30 Haziran 2015 Salı
BU NE GÜZEL BİR SÖZDÜR
BU NE GÜZEL BİR SÖZDÜR BALIK SUDA YAŞARKEN
SUYU FARKETMEZMİŞ ANCAK SUDAN ÇIKTIKTAN
SONRA ANLARMIŞ SUYUN KIYMETİNİ.AYNI ŞEYİ İN
SAN İLİŞKİLERİ İÇİNDE SÖYLEMEK MÜMKÜN SANIRIM
YAŞARKEN BİRBİRLERİNİN KIYMETİNİ BİLMEYEN İNSAN
LAR ÖLDÜKTEN SONRA AH VAH ETMEYE BAŞLARLAR AMA
ARTIK ÇOK GEÇ.TIREN HAYDARPAŞAYI ÇOKTAN GEÇTİ.
SUYU FARKETMEZMİŞ ANCAK SUDAN ÇIKTIKTAN
SONRA ANLARMIŞ SUYUN KIYMETİNİ.AYNI ŞEYİ İN
SAN İLİŞKİLERİ İÇİNDE SÖYLEMEK MÜMKÜN SANIRIM
YAŞARKEN BİRBİRLERİNİN KIYMETİNİ BİLMEYEN İNSAN
LAR ÖLDÜKTEN SONRA AH VAH ETMEYE BAŞLARLAR AMA
ARTIK ÇOK GEÇ.TIREN HAYDARPAŞAYI ÇOKTAN GEÇTİ.
29 Haziran 2015 Pazartesi
KÜÇÜK BÖCEKLERİN BİZİ YİYİP BİTİRMESİNE İZİN VERMEYELEİM
DAİMA KENDİMİZİ MEŞGUL EDECEK BİR ŞEYLER BULALIM.
ACILAR BİZİ YUTMADAN HAREKETLER İÇİNDE KAYBOLMAK
GEREKİYOR.ÇÜNKÜ ACIMASIZ GEÇEN GÜNLER HİÇ BİR İŞE
YARAMADAN BİTERLER.BİZ ÜZÜLDÜĞÜMÜZDE,ESKİ MODA
GİBİ GÖRÜNEN TAVSİYELERİ UNUTMAYALIM O AN BEYNİMİZİ
VE RUHUMUZU TESLİM ALAN ÜZÜNTÜYE PİRİM VERMEMEK İÇİN
ZİHNİMİZİ VE ENERJİMİZİ BAŞKA YÖNLERE KANALİZE ETMEK
EN DOĞRU VE AKKILLICA BİR DAVRANIŞ OLACAKTIR.
.
ACILAR BİZİ YUTMADAN HAREKETLER İÇİNDE KAYBOLMAK
GEREKİYOR.ÇÜNKÜ ACIMASIZ GEÇEN GÜNLER HİÇ BİR İŞE
YARAMADAN BİTERLER.BİZ ÜZÜLDÜĞÜMÜZDE,ESKİ MODA
GİBİ GÖRÜNEN TAVSİYELERİ UNUTMAYALIM O AN BEYNİMİZİ
VE RUHUMUZU TESLİM ALAN ÜZÜNTÜYE PİRİM VERMEMEK İÇİN
ZİHNİMİZİ VE ENERJİMİZİ BAŞKA YÖNLERE KANALİZE ETMEK
EN DOĞRU VE AKKILLICA BİR DAVRANIŞ OLACAKTIR.
.
28 Haziran 2015 Pazar
KIR ÇİÇEĞİNİN KISA HİKAYESİ.
TEK BAŞINA YERLİ TAŞLARIN ARASINDA BÜYÜMEYE
ÇALIŞAN KIR ÇİÇEĞİ KİMSE SUNMAMIŞTI ONA HAYATI
HİÇ SULANMAMIŞTI TOPRAĞI SERPİLSİN BÜYÜSÜN DİYE
KORUMASIZ, KORUNMASIZDI KIR ÇİÇEYİ DİRENÇLE KAL
DIRIRDI BAŞINI,GECENİN KESKİN AYAZINA RAĞMEN HIRÇIN
RÜZGARLARA BOYUN EĞMEDİ GÜNEŞİ KARŞILADI HER GECENİN
SABAHINDA TOPRAĞINA TUTNDU SIKI SIKIYA.İŞTE O AZİMLE
HER YAZ AÇARDI KIR ÇİÇEĞİ.
ÇALIŞAN KIR ÇİÇEĞİ KİMSE SUNMAMIŞTI ONA HAYATI
HİÇ SULANMAMIŞTI TOPRAĞI SERPİLSİN BÜYÜSÜN DİYE
KORUMASIZ, KORUNMASIZDI KIR ÇİÇEYİ DİRENÇLE KAL
DIRIRDI BAŞINI,GECENİN KESKİN AYAZINA RAĞMEN HIRÇIN
RÜZGARLARA BOYUN EĞMEDİ GÜNEŞİ KARŞILADI HER GECENİN
SABAHINDA TOPRAĞINA TUTNDU SIKI SIKIYA.İŞTE O AZİMLE
HER YAZ AÇARDI KIR ÇİÇEĞİ.
27 Haziran 2015 Cumartesi
SANA BENİ ANLATMAK İSTERİM
SANA BENİ ANLATMAK İSTERİM AMA ANLATAMAM
ÇÜNKÜ SEN YÜREĞİMDE DİNMEYEN BİR SANCISIN
KAPINA YÜZ SÜRMÜŞÜM,SEN BENİM BAŞ TACIMSIN
BU CAN ÇEKİP GİTMEDEN ÖNNENMEYEN ACIMSIN.
SAVRULDU GEÇTİ ÖMRÜM,ACI KALDI ÖZÜMDE ANLADIM
BOŞMUŞ ÇABAM,YAĞMUR OLDUN GÖZÜMDE USANDIN
BİLİYORUM BAK İŞTE GİDİYORUM.DÜŞLERİMİ SOLDURDUN
KARANLIKTA YOLLARIM,.
ÇÜNKÜ SEN YÜREĞİMDE DİNMEYEN BİR SANCISIN
KAPINA YÜZ SÜRMÜŞÜM,SEN BENİM BAŞ TACIMSIN
BU CAN ÇEKİP GİTMEDEN ÖNNENMEYEN ACIMSIN.
SAVRULDU GEÇTİ ÖMRÜM,ACI KALDI ÖZÜMDE ANLADIM
BOŞMUŞ ÇABAM,YAĞMUR OLDUN GÖZÜMDE USANDIN
BİLİYORUM BAK İŞTE GİDİYORUM.DÜŞLERİMİ SOLDURDUN
KARANLIKTA YOLLARIM,.
25 Haziran 2015 Perşembe
İŞTE CENNETİN ANAHTARI
HER MÜSLÜMAN BU İMTİHAN DÜNYASINDA
BAŞARILI VE SONSUZLUK ALEMİNİ KAZANMAK
İSTER.BU DA, BİZLERE BİR DEFAYA MAHSUS OLMAK
ÜZERE VERİLEN HAYAT HAKKINI ANLAMLI VE VERİMLİ
KULLANMAKLA ELDE EDİLEBİLİR.BUNUN İÇİN TEMİZ BİR
KALP TAŞIYARAK HİÇ BİR KİMSEYE HASET BESLEMEDEN
HİLESİZ DURU VE BERRAK BİR GÖNÜLE SAHİP PLMAKGERKİR.
BAŞARILI VE SONSUZLUK ALEMİNİ KAZANMAK
İSTER.BU DA, BİZLERE BİR DEFAYA MAHSUS OLMAK
ÜZERE VERİLEN HAYAT HAKKINI ANLAMLI VE VERİMLİ
KULLANMAKLA ELDE EDİLEBİLİR.BUNUN İÇİN TEMİZ BİR
KALP TAŞIYARAK HİÇ BİR KİMSEYE HASET BESLEMEDEN
HİLESİZ DURU VE BERRAK BİR GÖNÜLE SAHİP PLMAKGERKİR.
24 Haziran 2015 Çarşamba
SADET ANAHTARI.
YÜCE YADAN HER ŞEYİ DERİN VE İNCE BİR HİKMET
DAHİLİNDE YARATMIŞTIR BU YARADILIŞ YASALARINA
GÖRE ERKEK VE KADIN BİRBİRLERİNE KARŞI DUY
DUKLARI HİS,ARZU VE MEYİLLERLE DONATILMIŞLARDIR.
ANCAK BU DURUMUN TATMİN YOLU İSE GELİŞİ GÜZEL
DEĞİL,BELLİ ÖLÇÜLER ÇERÇEVESİNDE,NİKAHLA BELİRLENMİŞTİR.
DAHİLİNDE YARATMIŞTIR BU YARADILIŞ YASALARINA
GÖRE ERKEK VE KADIN BİRBİRLERİNE KARŞI DUY
DUKLARI HİS,ARZU VE MEYİLLERLE DONATILMIŞLARDIR.
ANCAK BU DURUMUN TATMİN YOLU İSE GELİŞİ GÜZEL
DEĞİL,BELLİ ÖLÇÜLER ÇERÇEVESİNDE,NİKAHLA BELİRLENMİŞTİR.
23 Haziran 2015 Salı
22 Haziran 2015 Pazartesi
HER BİRİMİZ BİR MEŞALE TAŞIYORUZ
HAYAT BİR MUM IŞIĞI GİBİDİR YANAR VE SÖNER
DİYENLERİ ANLAMAKTA ZORLANIYORUM OYSA
HAYAT BANA GÖRE HAYAT TAŞIMAKTA OLDUĞUM
HALUKULADE BİR MEŞALEDİR.ONU ÖTEKİ KUŞAKLARA
TESLİM EDİNCEYE KADAR EN PARLAK HALİYLE YANMASINI
SAĞLAMAK HER BİREYİN YAPMASI GEREKEN KUTSAL BİR
VAZİFE OLMALIDIR ÇÜNKÜ YARINLARIN UMUDU,BU GÜNKÜ
PARLAK MEŞALELERDEN GEÇECEKTİR.
DİYENLERİ ANLAMAKTA ZORLANIYORUM OYSA
HAYAT BANA GÖRE HAYAT TAŞIMAKTA OLDUĞUM
HALUKULADE BİR MEŞALEDİR.ONU ÖTEKİ KUŞAKLARA
TESLİM EDİNCEYE KADAR EN PARLAK HALİYLE YANMASINI
SAĞLAMAK HER BİREYİN YAPMASI GEREKEN KUTSAL BİR
VAZİFE OLMALIDIR ÇÜNKÜ YARINLARIN UMUDU,BU GÜNKÜ
PARLAK MEŞALELERDEN GEÇECEKTİR.
ÇOCUKLUĞUMUN EN MUTLU ANLARI.
ÇOCUKLUĞUMUN EN MUTLU ANLARI AMCAMIN
PERŞEMBE AKŞAMLARI GELENEK HALİNE GETİRDİĞİ
GAZ LAMBASININ IŞIĞINDA MASAL OKUMA SEANSLARIYDI
PERŞEMBE AKŞAMLARINI İPLE ÇEKERDİM DEDİĞİM GİBİ
ÇOCUKLUĞUMUN TEK EYLENCE Sİ VE MUTLU ANLARIYDI
PERŞEMBE AKŞAMLARI SONRAKİ YILLARDA ANLADIM Kİ
AMCAMIN BANA HEYECANLA ANLATTIĞI MASALLAR TARİHTEKİ
PADİŞAHLARIN BİR ANLAMDA ÖZEL HAYATLARI VE İCRATLARIYMIŞ,
MEYER AMA O BİR ÇOCUĞU NASIL MUTLU ETMESİNİ BİLEN YÜCE
YÜCE GÖNÜLLÜ BİR İNSANDI NURLAR İÇİN DE YATSIN,
PERŞEMBE AKŞAMLARI GELENEK HALİNE GETİRDİĞİ
GAZ LAMBASININ IŞIĞINDA MASAL OKUMA SEANSLARIYDI
PERŞEMBE AKŞAMLARINI İPLE ÇEKERDİM DEDİĞİM GİBİ
ÇOCUKLUĞUMUN TEK EYLENCE Sİ VE MUTLU ANLARIYDI
PERŞEMBE AKŞAMLARI SONRAKİ YILLARDA ANLADIM Kİ
AMCAMIN BANA HEYECANLA ANLATTIĞI MASALLAR TARİHTEKİ
PADİŞAHLARIN BİR ANLAMDA ÖZEL HAYATLARI VE İCRATLARIYMIŞ,
MEYER AMA O BİR ÇOCUĞU NASIL MUTLU ETMESİNİ BİLEN YÜCE
YÜCE GÖNÜLLÜ BİR İNSANDI NURLAR İÇİN DE YATSIN,
21 Haziran 2015 Pazar
DİNLENMEK İSTİYORUM KOLLARININ ARASINDA.
AY VE YILDIZLARIN RUHUMDAKİ RESMİNE KOYDUM
AŞKINI SENİ ÖZLEYEN GÜNLER,SENELERİ EKLEDİ ÖMRÜME
ÇARELER KIŞ KIYAMET OLDU TEMUZ AYLARINDA SAAT SABAHIN
ÜÇÜNÜ GÖSTERİYORDU YAĞMURLA ISLANAN PENCEREYİ
AÇTIĞIMDA,GÖK YÜZÜNÜ ÇEKTİM İÇİME,SENİ. SENİ HAYAL
ETTİM SESSİZ ODAMDA,DİNLENMEK İSTİYORUM KOLLARININ
ARASINDA.
AŞKINI SENİ ÖZLEYEN GÜNLER,SENELERİ EKLEDİ ÖMRÜME
ÇARELER KIŞ KIYAMET OLDU TEMUZ AYLARINDA SAAT SABAHIN
ÜÇÜNÜ GÖSTERİYORDU YAĞMURLA ISLANAN PENCEREYİ
AÇTIĞIMDA,GÖK YÜZÜNÜ ÇEKTİM İÇİME,SENİ. SENİ HAYAL
ETTİM SESSİZ ODAMDA,DİNLENMEK İSTİYORUM KOLLARININ
ARASINDA.
20 Haziran 2015 Cumartesi
BABAMA ÖZEL.
BANA ONCA YIL VERDİKLERİNİ GERİ ÖDEME
İMKANINI ASLA BULACAK DEĞİLİM AMA ZATEN
O DA BUNLARI ÖDEMEMİ BEKLEMİYORDU.ÖZEL
BİR BABALAR GÜNÜ HER BABAYI ONURLANDIRMAZ MI
BUNUN ÇOK GÜZEL BİR ŞEY OLMASINA RAĞMEN BEN
ASIL ONA TEŞEKKÜR ETMEKTE GEÇ KALMADIĞIMA ÇOK
SEVİNİYORUM.ALLAH VAZİFELERİMİZİ ZAMANIN DA YERİNE
GETİRMEMİZİ SAĞLASIN İNŞALLAH.
İMKANINI ASLA BULACAK DEĞİLİM AMA ZATEN
O DA BUNLARI ÖDEMEMİ BEKLEMİYORDU.ÖZEL
BİR BABALAR GÜNÜ HER BABAYI ONURLANDIRMAZ MI
BUNUN ÇOK GÜZEL BİR ŞEY OLMASINA RAĞMEN BEN
ASIL ONA TEŞEKKÜR ETMEKTE GEÇ KALMADIĞIMA ÇOK
SEVİNİYORUM.ALLAH VAZİFELERİMİZİ ZAMANIN DA YERİNE
GETİRMEMİZİ SAĞLASIN İNŞALLAH.
19 Haziran 2015 Cuma
18 Haziran 2015 Perşembe
BİZE RAĞMEN YİNE HOŞ GELDİN.
BİZE RAĞMEN YİNE HOŞ GELDİN RAMAZAN
RAMAZAN YÜCE MEVLANIN BELİRLEDİĞİ BİR
GÜNDEMDİR.MÜMİNLERDEN BİR AY BOYUNCA
GÜNÜ BİRLİ,K GÜNDEMLERLE MEŞGUL OLMAYIP
ALLAHIN BELİRLEDİĞİ GÜNDEMİ YAŞAMALARI İS
TENİR.BİR BAŞKA DEĞİŞLE RAMAZAN BİR ALAMDA
MÜSLÜMANIN İÇ MİMAR SEFERBERLİĞİDİR RABBİM
BU SEFERBERLİKTE HİÇ BİR MÜSLÜMANI MAHCUP
ETMESİN İNŞALLAH
RAMAZAN YÜCE MEVLANIN BELİRLEDİĞİ BİR
GÜNDEMDİR.MÜMİNLERDEN BİR AY BOYUNCA
GÜNÜ BİRLİ,K GÜNDEMLERLE MEŞGUL OLMAYIP
ALLAHIN BELİRLEDİĞİ GÜNDEMİ YAŞAMALARI İS
TENİR.BİR BAŞKA DEĞİŞLE RAMAZAN BİR ALAMDA
MÜSLÜMANIN İÇ MİMAR SEFERBERLİĞİDİR RABBİM
BU SEFERBERLİKTE HİÇ BİR MÜSLÜMANI MAHCUP
ETMESİN İNŞALLAH
17 Haziran 2015 Çarşamba
GÜNÜMZDE BABALAR.
GÜNÜMÜZ BABALARI ÇOCUKLARINA KARŞI SADECE MADDESEL
DEĞİL.DUYGUSAL ANLAMDA DA BAZI SORUMLUKLARI OLDUĞUNU
ANLAMAYA BAŞLIYORLAR.AYRICA BU GÖREVİ YERİNE GETİRMEYE
ÇOK TA İSTEKLİ GÖRÜNÜYORLAR. ÇOCUKLARIYLA ÇOK ZAMAN
GEÇİREN BABALAR EN AZ ONLAR KADAR GEÇİRDİKLERİ ZAMANIN
KEYFİNE VARARAK ADETA KENDİLERİ YAŞAYAMADIKLARI ÇOCUK
LUKLARININ BİR ANLAMDA TADINI ÇIKARTIYORLAR
DEĞİL.DUYGUSAL ANLAMDA DA BAZI SORUMLUKLARI OLDUĞUNU
ANLAMAYA BAŞLIYORLAR.AYRICA BU GÖREVİ YERİNE GETİRMEYE
ÇOK TA İSTEKLİ GÖRÜNÜYORLAR. ÇOCUKLARIYLA ÇOK ZAMAN
GEÇİREN BABALAR EN AZ ONLAR KADAR GEÇİRDİKLERİ ZAMANIN
KEYFİNE VARARAK ADETA KENDİLERİ YAŞAYAMADIKLARI ÇOCUK
LUKLARININ BİR ANLAMDA TADINI ÇIKARTIYORLAR
GEÇMİŞTEKİ BABALARLA GÜNÜMÜZDEKİ BABALAR.
GEÇMİŞTEKİ BABALARLA GÜNÜMÜZDEKİ BABALARI
KIYASLADIĞIMIZ ZAMAN ORTAYA ÇOK MEMUNİYET
VERİCİ BİR TABLONUN ÇIKTIĞINI GÖREBİLİYORUZ
ESKİDEN ÇOCUĞU DOĞURMAK GİBİ HER ŞEYİYİLE
İLGİLENMEK CADECE ANNENİN VAZİFESİYMİŞ GİBİ
BABA UZAKTAN BAKMAKLA MİKELLEF GİBİYİDİ KAZARA
BİR SEFER EŞİNE YARDIMCI OLSA ADAMIN ADI KILIBK OLURDU
DEVAMI YARIN.
KIYASLADIĞIMIZ ZAMAN ORTAYA ÇOK MEMUNİYET
VERİCİ BİR TABLONUN ÇIKTIĞINI GÖREBİLİYORUZ
ESKİDEN ÇOCUĞU DOĞURMAK GİBİ HER ŞEYİYİLE
İLGİLENMEK CADECE ANNENİN VAZİFESİYMİŞ GİBİ
BABA UZAKTAN BAKMAKLA MİKELLEF GİBİYİDİ KAZARA
BİR SEFER EŞİNE YARDIMCI OLSA ADAMIN ADI KILIBK OLURDU
DEVAMI YARIN.
16 Haziran 2015 Salı
SEVDAM ÖYLE DİLİYOR.
GÜN GECEYE KARIŞTI,GÖNLÜN TALANDA YİNE
KALBİN BAŞKA SÖYLÜYOR,DİLİN YALANDA YİNE
AKLIN GİDENDE HALA, ELİN KALANDA YİNE
SUSUYORUM ÇÜNKÜ SEVDAM ÖYLE DİLİYOR
15 Haziran 2015 Pazartesi
ARKADAŞLIKTAN ZEVK ALMAK
ARKADAŞLIKTAN ZEVK ALMAK VE BAŞKALARIYLA
İYİ GEÇİNEBİLMEK, EN TEMEL İNSANİ İHTİYAÇLARDAN
BİRİDİR HİÇ BİR ZAMAN DOSTLUĞUN VE BAŞKALARINI
DÜŞÜNMENİN EN BÜYÜK DEĞERLER ARASINDA SAYILMADIĞI
BİR ZAMAN OLMAMIŞTIR SANIRIM.
İYİ GEÇİNEBİLMEK, EN TEMEL İNSANİ İHTİYAÇLARDAN
BİRİDİR HİÇ BİR ZAMAN DOSTLUĞUN VE BAŞKALARINI
DÜŞÜNMENİN EN BÜYÜK DEĞERLER ARASINDA SAYILMADIĞI
BİR ZAMAN OLMAMIŞTIR SANIRIM.
14 Haziran 2015 Pazar
BARIŞA SUSAMIŞ BÜTÜN İNSANLIK.
BARIŞA SUSAMIŞ BÜTÜN İNSANLIKGELİN BİRLİK
BARIŞA KARŞI OLANA TAVIR ALALIM SAVAŞLAR
YALINIZ TARİHTE KALSIN TURNALAR YURDUMA
BARIŞ GETİRİN.BARIŞ İÇİN YANİ DÜNYA DÜZENİ ÖNÜ
KESİLMELİ İNSAN EZENİN YÜZLERİ GÜLMESİN YÜZLERİ
GÜLMESİN İNSANLARI EZENİN TURNALAR YURDUMA BARIŞ
GETİRİN.BARIŞ ÇAĞRISI
BARIŞA KARŞI OLANA TAVIR ALALIM SAVAŞLAR
YALINIZ TARİHTE KALSIN TURNALAR YURDUMA
BARIŞ GETİRİN.BARIŞ İÇİN YANİ DÜNYA DÜZENİ ÖNÜ
KESİLMELİ İNSAN EZENİN YÜZLERİ GÜLMESİN YÜZLERİ
GÜLMESİN İNSANLARI EZENİN TURNALAR YURDUMA BARIŞ
GETİRİN.BARIŞ ÇAĞRISI
13 Haziran 2015 Cumartesi
BARIŞA SUSAMIŞ.
BARIŞA SUSAMIŞ BÜTÜN İNSANLAR
BARIŞTAN YANA TAVIR ALSALAR
SAVAŞLAR YALNIZCA TARİHTE KALSA
TURNALAR YURDUMA BARIŞ GETİRİN
BARIŞTAN YANA TAVIR ALSALAR
SAVAŞLAR YALNIZCA TARİHTE KALSA
TURNALAR YURDUMA BARIŞ GETİRİN
YORGANIN ALTINDA SEN VARDIN -- Kitap Taslağı
Bu taslak henüz editör denetiminden geçmemiştir.
YORGANIN ALTINDA
SEN DE VARDIN
2007 yılında, Fransanın Strazburg
şehrinde , Mahir Hocayla Dilemma’nın
yolları, o seneki
hac yolculuğunda kesişir. Mahir
Hoca uzun yıllardır bir çok avrupa ülkesinde, dini faliyetlerini
sürdürmektedir. Bir çok din adamının yaptığı gibi Mahir Hoca da, oralarda
yaşayan Türklere ve onların eş ve çocuklarına, Türkiye’yi ve Türk örf
adetlerini, geleneklerini, daha da önemlisi dinlerini ve milliyetlerini
tanıtmak ve öğretmekle görevliydi. Aynı zamanda diyanetin her sene düzenlediği,
hac organizasyonunda din görevlisi ve kafile sorumlusu olarak kutsal topraklara
gitmekteydi.
Dilemma
ilk kez o sene hacca giden kafilede yer alıyordu. Fakat Dilemma’yı diğer
hacılardan ayıran bazı özellikleri vardı. Oda diğer hacılara kıyasla daha
sosyal, girişken ve şehir de yetişmiş olmasıydı. Bu dikkat çeken özellikleri,
onu bir anlamda kafilenin sözcüsü konumuna getirmişti. Mahir Hoca çatık kaşlı,
sert mizaçlı, lüzumsuz sorulara sert çıkışlarıyla bilinen biriydi. Hocanın bu
tarzı Dilemma’nın bir bakıma işini kolaylaştırıyordu. Dilemma hocayla iletişim
kurmak, ona yakın olmak için hiç bir fırsatı kaçırmıyordu. Her defasında sudan
sebeplerden kendini hocanın karşısında buluyordu. Mahir Hocaya sorulması gereken her şeyi
kafiledeki diğer hacılar adına o soruyordu. Strazburgta yaşayan Türkler,
genellikle ücra yerlerde, kırsal kesimden oralara yerleşen, meraklı yurdum
insanları olunca , çok geçmeden bunun sıradan bir hacı, hoca ilişkisi olmadığı
anlaşılıyor olmalıydı ki, imalı bakışlar kaş göz işaretlerine sebebiyet
veriyordu. Hocanın duruşu ve sert tutumu durumu idare ediyordu. Ancak bu hac
yolculuğunun Dilemma bilmeden, hayatının akışını değiştiriceğini , yeni
duygulara, yeni hayallere, kapı aralamanın alt yapısını hazırladığının belkide
farkında değildi. Fakat onsekizindezinde bir genç kız heyecanı duyuyordu.
Hocayı gördükçe kalbi kafesteki kuş misali çarpıyor, durduğu yerde duramıyor,
eli ayağı birbirine dolaşıyordu.
Gelecek
ne gösterecekti bilinir miydi? Mutlulukların en yücesini, acıların derinini
birlikte yaşıyacağını nerden bilirdi. Mahir Hoca inancına, prensiplerine bağlı,
aynı zamanda evli ve iki çocuk babasıydı. Ancak ikisininde göz ardı ettiği,
belkide görmek istemediği bir şey vardı, aşkın dili, dini, milliyeti ve adresi
yoktu.
Dilemma
istanbulda doğmuş büyümüş, karadenizli bir ailenin kızıdır. 54 yaşında, zarif
son derece çekici bir bayandır. Modern hayatın içinde büyümüş ve yaşamış
olsada, yaşı kemale erince her müslüman anadolu insanının yaptığı gibi, dini
vecibe olarak ilk akla gelen namaz kılmak ve hacca gitmek di. İşte bu inanç ve
eylem bir süre sonra Dilemma’yı hac organizasyonuyla Mahir Hocanın karşısına
çıkardı. Dilemma On sene önce ikinci evliliğini yaparak, Strazburg’a yerleşmiş,
ancak kader ona ikinci evliliğinde de güler yüzlü davranmamıştı. Bu evliliktede
aradığı mutluluğu bulamayan Dilemma ayrılma kararı alır. İkinci evlilikten elde
ettiği yasal hakları değerlendirerek, Strazburg’ta bir işe girip hayatını
yeniden düzenler. Artık o bir Fransız vatandaşıdır. Türkiye’ye gelmeyi
düşünmez. Fakat kader hala Dilemma’nın peşini bırakmamıştır. Bir süre sonra
ağır bir iş kazası geçirerek, uzun bir süre hastaneler, tedaviler, derken
malülen emekli olur. 54 yaşında kendi halinde mazbut bir hayat yaşarken,
beklemediği planlamadığı bir anda, kendini bir hac kafilesiyle Mahir Hocayla
karşılaşır. Hayal bile edemediği duygularla hocayla tanışır. Bu kutsal topraklara yolculuktaki tanışmasıyla karma duyguların hem tadını,
hemde sorumluluğunu yüklenir.
Sonrasını Dilemma şöyle
anlatıyor. Hem kutsal topraklara yolculuğum, hem hocayla tanışmam, hayatta
beklediğim belkide hayal bile
edemediğim bir lütuftu. Dünyevi hayatımda inanılmaz bir dönüm
noktasıydı. Belkide bu yaşıma kadar yaşadığım olumsuzluklara karşı yaradanın bir
mükafatıydı hocayla tanışmam. Ona karşı hissettiklerim hiçbir duyguyla kıyaslanamazdı. Dilemma, çok
heyecanlı ve mutluydu, adeta yeniden doğmuş gibi hissediyordu demek yerinde
olurdu. Fakat hocaya yaklaşmak, helede onu beğendiğini söylemek hiç kolay değildi,
ancak Dilemma kararlıdır. Pes etmek hiç onun tarzı değildir. İstanbul’dan
Fransa’ya uzanan hayat mücadelesini nasıl başardıysa, bir şekilde hocanın
dikkatini çekmeyi başaracağına da inanıyordu, bu yolda kararlıydı hiçbir
fırsatı kaçırmıyordu.
Hayat
merdivenleri bazen iner, bazen çıkar, bazende sağa sola çarpar. Bu çarpmalar
sizi tıpkı on şiddetindeki bir deprem gibi bazen küçük sıyrıklarla kurtulur,
bazende sert bir duvara çarparak telafisi zor yaralar alabilirsiniz.
Dilemma’nın hayat grafiğide böyleydi. Fakat hocay ile tanışmak, ona karşı
farklı duyguların varlığını hissettiriyordu. Uzun zamandan beri derin bir
boşlukta, engin denizlerde akıntıya kapılmış gibiydi. Fakat bu durumdan pek
rahatsız değildi, daha ziyade donuktu. Nicedir iyi yada kötü, şiddetli bir şey
hissettiği yoktu. Ne varki bu bir itirafsa, dile getirmekten rahatsız değildi.
Ama bu hac yolculuğunda, öyle çok boyutlu birbirinden şiddetli ve birbirinden
güzel duygular hissediyordu ki, ayakları adeta yerden kesilmişdi. Fakat her an,
bir açık verecek diyede ödü kopuyordu. Hissettiği bu iki muhteşem duygu ve
heyecan, korku yada meydan okuma arası flu bir boşlukta adeta uçuyordu. Bir
başka deyişle sözün azaldığı, hayallerin kafi geldiği bir noktadaydı. Bir yanda
senelerce hayalini kurduğu kutsal topraklarda olmanın heyecanı, diğer yanda
Mahir Hocanın arkasında yürümek, onun için hayal bile edemediği bir
ayrıcalıktı.
Hacılar
kural gereği önce Medine-i Münevvere’de konakladılar. Ravzadaki mescitte, kırk
rekat namaz kılarak, hem sünnet-i seniyyeyi yerine getirmek, hemde günahlarının
bağışlamasını dilemek için, dua ediyorlardı. Yabancıların işlettiği bir
restorant’da yemek yiyor, tanışıp sohbet ediyorlardı. Dilemma’da aynı grupta
bayanların bölümünde, elinde çayını yudumlayarak sohbet ediyor, ancak gözlerini
ve dikkatini erkek hacıların toplandığı bölümden bir türlü alamıyordu. Her an
dikkat çekecek bir atak yapmanın planını kuruyordu. Çünkü artık hayatının nehri
her zamanki akışında akmiyordu. Dilemma yeni bir amaç, yeni heyecanlar arıyordu
ve bulduğunu düşünerek bütün enerjisini bu yönde yoğunlaştırması gerektiğini
düşünüyordu. İlk aklına gelen ise, Mahir Hoca ve grubundaki hoca arkadaslarının
bulunduğu masaya, çay ısmarlayarak ikramda bulunmaktı. Hiç vakit kaybetmeden,
ortalıkta dolaşan garsonu çağırarak, karşı masadaki hocalara çay servisi
yapmasını söyledi. Garson, bir emir eri edasıyla, kendisine söyleneni
yaptığında ise, başta Mahir hoca olmak üzere diğer gruptaki hoca arkadaşlarının
bakışları, şimşek gibi garsonun üzerinde yoğunlaştı. Hepsi bir ağızdan,
-Biz
çay siparişi vermedik.
Deselerde, garson çayları servis yaptı ve ekledi.
-Biliyorum
siz istemediniz,..
Fakat
parmağıyla karşı masada oturan genç görünümlü, zarif bayanı işaret ederek, onun
ikramı olduğunu söyleyince, ani bir refleksle Mahir Hocanın ne münasebet
dercesine kaşları çatılıp, yüzü asıldı. Tepkisini bastırmaya çalışarak, bakışlarını arkadaşlarının yüzlerine çevirdi.
Kimseden bir tepki gelmesede, şaşkın bakışlar dikkat çekiyordu. Sanki servis
yapılan şeyin çay değil, bombaymış gibi sessiz tepki çekişine garsonda bir
anlam veremiyordu. Tek istediği bu şaşkın ve tepkili bakışlardan uzaklaşarak,
işinin başına dönmekti. Ortamı yumuşatma adına olmalı ki, erkek hocalardan biri
Mahir Hocaya dönerek.
-Hocam
büyütecek bir şey yok, belli ki bu bayan hacımız şehirli modern birisi, bize
jest olsun diye çay ikram etmiş, abartmaya lüzum görmüyorum. Biliyorum sizin
katı kurallarınız var, ama üzerinde durmaya lüzum yok.
Garsonun bakışlarını üzerinde hissederek,
-Bırak
oğlum çayları, tarafımızdan gönderen hanımefendiye teşekkür et.
Mahir Hoca hiç tarzı olmayan bu ikram edilen
çayı yudumlarken, gayri ihtiyari gözleri bayanların bulunduğu bölmeye kaydı.
Sert bakışlarının ardındaki öfke adeta karşı masaya yansıyor olsada, Dilemma
aldırmıyordu. O hocaya yönelik attığı her adımın tadına varırcasına
mütebessimdi. Dilemma modern hayatın icinde yetişmiş olsada, geleneksel bir
yapıya sahipti. Ancak hocayı tanıdıktan sonra, anlayamadığı, adlandıramadığı
bir duygu karmaşasının içinde bulunuyordu. İçinde bulunduğu ruh hali heyecan
veriyor olsada, konumu gereği dile düşmekten, istemediği sıkıntılara sebebiyet
vermekten endişe ediyordu. Öte yandan, karşılık bulucağından emin olmadığı bir
duygunun adeta esiri olmuştu. Ancak pes etmek, geri adım atmak niyetinde
değildi. Şimdilik bu duyguyu sessiz ve derinden yürütmeliydi. Çünkü aşkın
kendine has bir rengi ve kokusu vardı. Dilemma, bu kokuyu alıyordu. O, Mahir
Hocaya aşık olmuştu. Bu aşkın karşılık bulacağına mutlak inanıyor, zamanı
oldugunu düşünüyordu. Muhakkak bir gün zaman onun lehine işleyecekti, sabırla
bekliyordu .
Kafede
oturdukları sürece Dilemma’nın aklından binlerce olumlu, olumsuz, vesvese
geçti. Dalgın bakışlarını bir noktaya dikmiş düşünüyordu. Mahir Hoca diğer
hocalara ve evvelce tanıdığı köy imamlarına hiç benzemiyordu. Onun duruşu, hitabeti,
tavrı, tarzı çok başkaydı. Köy imamlarının yaptıkları işler belliydi, onlar beş
vakit namaz kıldırır, cenaze yıkar, cenazenin ardından yedisi, kırkı,elli
ikisiydi derken yaklaşık iki ay boyunca, cenaze evine abone olurlardı. Bu
işlemlerin ardından kendilerine uzatılan zarfın şişkinliği nispetinde yüzlerine
yayılan tebessümle, memnuniyetlerini hissettirmekti veya nadirende diyanetten
aldıkları talimatla, köy çocuklarına Kur’an-ı Kerim öğretmekti, yaptıkları.
Oysa Mahir Hoca, sergilediği farklı duruşu sıradan bir hocadan çok, donanımlı,
prensipli, aristokrat yapısıyla ilgi çekiyordu. Dilemma’nın deyimiyle Mahir
Hoca adam gibi, adamdı. Ona sıradan bir imam demek haksızlık olurdu.
Dilemma’nın kafasında bütün bu düşünceler boğuşurken, hiç düşünmediği bir
pencere açılmıştı önünde, acaba hoca evlimiydi? Dikkatini hocanın parmaklarında
yoğunlaştırarak yüzük aradıysada, nafile çünkü hoca yüzük takmıyordu. Hocanın
parmaklarını boş gören Dilemma’nın, yüzünde yalancı baharı andıran bir tebessüm
yayılsada, inandırıcı değildi. Kafasının içinde sisli düşünceler birbiriyle
çatışıyordu. Bir düşüncesi, hocanın parmağında yüzük yok , demek ki hoca evli
değil. Diğer bir düşünce sesini yükseltircesine hadi canım, elbet evli olacak
bu kadar yakışıklı karizmatik donanımlı birisi, bekar olacak değil ya, boşuna
hayal kuruyorsun diyordu.
***
KARDELEN
Kardelen
Kafkaslardan göç ederek Kars’a yerleşen Azeri anne ve Kürt babanın dört
çocuğunun en büyüğüdür. Diğer kardeşleri, Turan kız kardeşi Lalle ve küçük
kardesi Mahirdir. Kardelenle Mahir arasında on yaş olmasına rağmen,
Kardelen diğer kardeşleriyle ve küçük
Mahir’le adeta küçük anne gibi
ilgilenmektedir. En küçükleri Mahir olduğundan, Mahir’i bir an bile yalnız
bırakmaz. Mahir henüz beş aylık bir bebektir, onun her şeyiyle yakından
ilgileniyor, bezlerini yıkıyor altını değiştiriyor. Annesi meşgulken, ekmekle
şekeri çiyneyerek küçük bir bez parcasına sıkıştırıp meme şeklini aldırarak,
Mahir bebeğin ağzına verip susmasını sağlıyordu ve çocuk bu karışımı emip
bitirene kadar başında bekliyordu. Lalle ise
hastalıklı bakım’a muhtaç bir çocuktu. İkide bir hastalanır, doktora götürülüp hastaneye yatırılırdı.
Bağarsaklarında kronik parazit hastalığı vardı. Uzun tedaviler sonucu biraz
iyileşince, taburcu edilirdi. Ancak bütün bu tedaviler kısa süreli iyileşmeden
öteye gitmezdi. Lalle sürekli evde sivri sinek gibi vızır vızır, elden ele,
kucaktan kucağa dolaşan sorunlu bir çocuktu.
Gösterişe
ve misafir ağarlamaya düşkün babam sayesinde,Kars merkezde yaşayan halkın bir
çoğunu tanıyordum. Lallenin hastalığı bu sayıyı bir kat daha arttırıyordu.
Lalle ne zaman hastaneye yatırılsa, hem ziyaretçi sayısı artıyor, hem de ona
alınan hediyeleri koyacak yer bulmada zorlanıyorduk. Bu hediyelerden biriside
şık bir elbiseydi. Babamın ahbaplarından birinin kızı olan Aynur Abla dikmişti.
Sürekli yatmaktan ve ilaç kullanmaktan, hasta benzi dahada solgun görününen
Lalleyi, hava aldırmak için evimize çok yakın olan köy çeşmesine götürüyordum.
Çeşme başında sıra bekleyen köylü kadınlar, acıyan bakışlarla Lalle’yi
seviyormuş gibi davranarak, benimle konuşuyorlardı. Köyümüzden taşınarak şehre
yerleşen Heves Abla, Lalle’nin elbisesini çok beğendiğini söyleyerek, kimin
diktiğini sordu. Bende
-Aynur
Abla dikti.
Kadın alaylı bir tavırla yüzünü
ekşiterek,
-Aynur
Abla da kim?
-Nasıl
yani sen Aynur Ablayı tanımıyormusun? Sizin şehirde oturuyor.
Kadının ağzı gözü yer değiştirircesine
söylenmeye başladı.
-Kız
anam nerden tanıyayım Aynur Ablanı.
Bende ısrarla tekrar ediyordum.
-Nasıl
tanımazsın ya, sizin şehirde oturuyor.
Kadın kahkahayla gülmeye başladı.
-Kızım,
şehir dediğin kocaman bir yer. Orası köy gibi küçük bir yer değil ki herkes
birbirini tanısın.
Çok
utanmıştım, ben sanıyordum ki başka yerlerde yaşayan insanlarda, bizim köyde
olduğu gibi birbirlerini tanıyorlar. Bazen Lalle’yi kıskandığım bile olurdu.
Çünkü yaşadığı sağlık sorunu onu farklı bir konuma taşımıştı. Sürekli
seviliyor, yoğun bir şekilde ilgi görüyor, her istediği yerine getiriliyordu.
En önemlisi de, benim gibi ne dayak yiyor, nede aşağılayıcı sözler işitiyordu.
Bende Lalley’le anamın isteklerini yerine getirirken, kendi isteklerim hayalden
öteye gitmiyordu. Bizim yaşadığımız toplum da, hayallerle gerçekler su ile
petrol kadar farklıydı.
Turan ile Lalle arasında üç yaş vardı.
Lalle'nin aksine Turan son derece enerjik, kabına sığmayan yaramaz bir çocuktu.
Turan’ın tek eğlencesi Kardelen’le didişmekten ibaretti. Güç yetiremediğini
bildiği halde, ablasıyla sürekli kavga çıkarır, ablasının dayak yemesine
sebebiyet verirdi. Yukarıda da belirttiğim gibi, anne ve babaları farklı kültür
yapısına sahip olduklarından, aralarında sorumluluk bilincinin
oluşmadığından dolayı, sürekli iktidar
çatışması yaşamaktan çocukların sorunlarıyla ilgilenmiyorlardı. Neredeyse büyük
sorumluluk Kardelen’in küçük omuzlarına yüklenmiş oluyordu. Baba genellikle
dışarıda kalmayı tercih ederek, gerek ev sorunlarına, gerekse çocukların
sorunlarına tarafsız kalmayı uygun görüyordu. Sadece hastalık nöbetlerinde,
Lalle’nin tedavisiyle ilgilenir başkada bir şeye karışmazdı. Anneleri ise kendi
ailesine, kardeşlerine düşkünlüğünden, zaman bulabilirse Turan ve Mahir bebekle
ilgileniyordu. Fakat Kardelen’e küçük yaşına rağmen büyük sorumluluklar
almasını iyi öğretmişti. O genellikle babasının evinde olduğu zamanlarda,
Kardelen’in her şeyin üstesinden geleceğinden öylesine emindi ki, hiç gözü
arkada kalmazdı. Neden bilinmez ama, kendini evine ve çocuklarına ait
hissetmez, aklını ve bütün enerjisini baba evine ve kardeşlerine harcardı.
Turanla kardelenin didişmelerinde uzlaşmacı olmaktansa, sorgusuz sualsiz
Kardelen’e yüklenir, sürekli onu döverdi. Ama kardelen her şeye rağmen
kardeşlerini çok seviyor, elinden geldiğince onların her işiyle yakından
ilgilenerek, zamanından önce olgunlaşıyordu.
1958’de
anne dördüncü çocuğuna yani Mahire hamiledir. Doğum günleri sayılı ancak şakacı
ciddiyetle, anne her fırsatta
-Bak
Kardelen bu doğacak çocuğun bakımı sana attir, ona göre kendini hazırla.
Kadın
gerçekten şaka mı yapıyor, yoksa gerçek düşüncesini şaka yollu mu anlatıyor
bilinmez ama, ufaklığın doğacağı gün Kardelen’in adeta kabusu olmuşdu. Hani
neredeyse bu çocuk doğmasın, yada doğduktan sonra yaşamasın diye dua edecek
durumda hissediyordu. Zaten Lalle’nin hastalığı, Turan’ın yaramazlığı yeterince
yoruyordu onu. Uykuları kaçıyor, küçük beyni uyuşuyordu.
O yıl
hüzünlü bir sonbahar günüydü. Bahçedeki ağaçların sarı sarı yaprakları
dökülüyor, ağaçlar bir anlamda çıplak kalıyordu. Kardelen her sabah olduğu
gibi, o sabahta kardeşlerinin kahvaltısını hazırlıyor, günlük işlerine
başlıyordu. Önce Lalle’yi doyurup ilaçlarını verdi. Turan her zamanki
yaramazlıklarını, kahvaltı sofrasındada sürdürerek, ablasının işini
zorlaştırmaktan geri kalmıyordu. Kardelen’in eli ayağına dolaşıyor, bir an
evvel işini bitirip henüz yatağından çıkmayan annesinin kahvaltısını
hazırlaması gerekiyordu. Bu telaşla sağa sola koştururken, annesinin yattığı
odadan ızdıraplı iniltiler geldiğini duydu. Bu da ne dercesine koşar adımlarla
annesinin oda kapısını aralayarak, içeri girdi. Gördüğü manzara karşısında
gözleri fal taşı gibi açıldı, korkmuştu. Aman Allah’ım bu da ne? Annesi
yatağından inmiş, diz üstü çömelerek öylece duruyordu, ayaklarının dibinde
kanla karışık sular akıyordu. Korkmuş tedirgin bir ses tonuyla,
-Ne
oldu neyin var ana?
-Yok birşeyim korkma galiba doğuruyorum, sen
koş anneanneni çağır.
Anneannesi aynı zamanda bütün köy halkının
ebeninesiydi. Kardelen telaşlıydı ne yapacağını ,nasıl davranıcağının
bilincinde olmaksızın dışarı fırladı. Bir süre etrafına bakındı, sanki geçici
bir şuur kaybı yaşıyordu. Gideceği yönü tayin edemiyordu. Yaşadıkları köy,
yolu, suyu, olmayan kız çocuklarının gönderilmediği baraka bir mektepten ibaret
bir köydü. Kardelenin şaşkınlığı etrafta görenlerin dikkatini çekmiş olmalı ki,
harmanlarda tezek toplayan kadınlar, yanına yaklaşarak.
-Neyin
var Kardelen, neden ağlıyorsun gene anan mı dövdü seni?
diye birbirlerine bakarak.
-Bu
nasıl ana anlamak zor, ne ister on yaşındaki çocuktan bilinmez.
Diğer kadın
-Neyse
bırakalım anasını, bu kızın nesi var, neden ağlıyor ona bakalım.
-Neyin
var, Kardelen neden ağlıyorsun, hem nereye gidiyorsun, sabahın bu erken
saatinde?
Kardelen burnunu çekerek, elinin tersiyle göz
yaşlarını sildi. Başını kaldırıp mazlum bakışlarını komşu kadınlara
yoğunlaştırdı.
- Şey,
ben iyiyim ama, anama bir şeyler oldu. Ayaklarının dibinde kanlı sular var,
yerindende kalkamiyor, bende anneannemi çağırmaya gidiyorum.
Durumu anlamışlardı.
-Heee!
Anan doğuruyor galiba sen koş koş durma ebenineyi çağır, biz ananın yanına
gideriz, ayrıca sil göz yaşlarını korkacak bir şey yok, küçük kardeşin geliyor.
Kardelen komşu teyzelerinden aldığı güçle
toparlanarak, koşar adımlarla anneannesine gitti.Ebenine gelene kadar, komşularında yardımıyla, nur topu gibi bir
erkek çocuk dünyaya gelmişti. Ebenine bebeği kucağına alıp sevdi, kücük kırmızı
burunlu buruşuk suratlı bir oğlandı, torunu. Nine o kadar bebek doğurtmuştu ki,
sayılarını kendiside bilmiyordu. Hepsi hakkında yorum yapacak kadar fikir
sahibi görüyordu kendini, öyle ki neredeyse bütün bebeklerin, anatomik
yapısını, kilosunu, hatta ileride nasıl tip insanlar olacakları hakkında bile
yorum yapıyordu. Deminde belirttiğim gibi, o gelene kadar her şeyi
halletmişler, kadını yatağına yatırmış, lohusa tatlısı bile yapmışlardı.
Ebenine bu durumdan hem memnun olmuş, hemde içten içe mesleğini kaptırma
endişesine kapılmıştı. Bu düşüncelerin ardından, kızını öperek.
-Aferin
kızım, tek başına doğurarak, anneni zahmetten kurtardın.
Diyerek, politik bir davranış sergilemeyide
ihmal etmedi.
- Yaa,
öyle oldu anne zaten suyum gelmişti, bebek çıkmak için zorluyordu, sağolsun
komşularında yardımıyla çok şükür kurtuldum.
Nine, kızının yanına konmuş minik bebeğin
yüzüne bakarak, kızına takılmadan edemedi.
- Aman
kızım, bunca şamata bunun içinmiydi. El kadar, tıpkı sincap yavrusuna benziyor,
insan bunu ağzından çıkartır.
Kızının gözleri parlayarak annesine baktı.
-Ama
anne oğlan doğurdum, bak göreceksin el kadar dediğin oğlum, ilerde arslanlar
gibi bir erkek olacak.
-İnşallah
diyen nine adını düşündünüz mü?
-Düşünmedik
anne, babasının yüzünü gördüğümüz mü var, sürekli şehirde biliyorsun.Bütün
zamanını şehir merkezinde hayvan pazarında geçiriyor. Hafta sonları eve geldiğindede, Lalle’nin
hastalığı ve atlarıyla ilgileniyor.
Turanda, arada büyüyor.
-O
halde bu ufaklığın adınıda ben koyayım.
- Olur
anne, oğluma yakışır bir isim olsun.
-Adı
Mahir olsun ne dersin?
-Güzel, bu isim kulağa hoş geliyor, inşallah Mahir
Bebek adıyla şanlı bir insan olur.
-İnşallah kızım.
Ebenine
küçük Mahir’in kulağına ezan okuyarak adını koymuştu. Bu ufaklığın gelecekte
yetenek sahibi, vatana millete faydalı bir insan olacağını, bütün sülalenin
özellikle ablası Kardelen’in medarı iftiharı olacağını, nereden bilebilirdi.
Mahir
bebek bir haftalık olmuştu. Fakat, Kardelenin kulaklarında hala annesinin
sözleri çınlıyordu. Doğuracağım bu bebeğin, her türlü bakımını sen yapacaksın.
Kardelen’in beyninde çınlayan bu sözler küçük başını çatlatacak şekilde
ağrıtıyordu. Ben ne yaparım, nasıl bakarım bu el kadar bebeğe. Kolu bacağı
kırılıp elinde kalacak diye ödü kopuyordu. Kardelen bu düşüncelerle boğusurken,
annesi yavaş yavaş toparlanmış, ortalarda dolaşıyor Mahir Bebekle
ilgileniyordu. Öte yandan sabırsızlıkla Mahir Bebeğin göbek bağının düşmesini
bekliyordu. Ancak, bu sıradan bir bekleyiş değildi. Sanki bu bebek üniversite
diplomasını alacakmışcasına bir heyecandı. Ertesi gün bebeğin altını
değiştirirken, nihayet göbek bağının düştüğünü gören annesi , var gücüyle
Kardeleeennn diye bağarmaya başladı. Kardelen annesinin avazı çıktığı kadar
bağıran sesini duyunca, inanılmaz bir şekilde korkuya kapılarak, annesinin ve
bebeğin bulunduğu odaya doğru adımlarını hızlandırdı. İçinden, acaba bebeğe bir
şey mi oldu? annemin böyle bağırmasına
sebeb ne olabilir ki? Diyordu. Kapıyı açıp içeri girdiğinde, annesi
sakin ve mutluydu.
- İşte
geldim ana, ne oldu neden öyle bağırıyorsun, yoksa bebeğe bir şey mi oldu?
Annesinin yüzündeki tebessüm, bir anda yerini
sert esen kara yele terk ederek .
-Bir
kere ağzındanda hayırlı bir söz çıksın, bebek iyi çok şükür. Sadece göbek bağı
düştü. Şimdi beni iyi dinle, bir yanlış yaparsan karışmam, ona göre. Al bu
göbek bağını çabuk götür, okulun bahçesine at.
Küçük
kız bu tuhaf buyruğa bir anlam veremeyerek, bir süre aval aval etrafına
bakınmakla yetinsede, annesine bir şey sorma lüksüne sahip olmadığının
bilincindeydi. Annesinin sert çıkan ses tonuyla, kendine geldi.
-Hadi
sana söylüyorum, duymuyor musun beni ?
-Duydum
ana duydum.
-O
halde ne duruyorsun? sana ne söylüyorsam onu yap. Bir sürü iş var seni
bekleyen, çocuğun bezleri var yıkanacak, Lalle’nin yemeği ve ilaçları
verilecek, hadi git çabuk gel.
Kardelen
bu davranışların ve ultimatonların yabancısı değildi. Fakat bu kurumuş et
parçasını atmanın ne manaya geldiğini merak ediyordu. Bütün cesaretini
toplayarak sordu.
-Ana neden bu göbek bağını okul bahcesine
atmam gerekiyor?
-Sormasan ölürsün değil mi?
-Çünkü göbek bağı okul bahçesine
atılmış çocuklar, ilerki hayatlarında okumuş yazmış başarılı insanlar olurlar.
Şimdi anladıysan, başka soru sormadan
sana ne söylüyorsam onu yap.
Kardelen
annesinin söylediklerini anlamasada, bir türlü aklına sığdıramıyordu. Ama emir
büyük yerdendi. Değil göbek bağını okul bahcesine atmak, git kendini dağdan
aşşağıya yuvarla deseydi, itiraz etme hakkı yoktu. Eteğinin altına sakladığı
kurumuş göbek bağını götürüp, köylerindeki barakadan yapılmış okulun bahçesine
atıverdi. İçi burkulmuştu Kardelen’in. Annesi çarçabuk eve dönmesini söylesede,
o bu riski göze alarak okul bahçesinin duvarına yaslanıp okulu ve çevresini
seyretti. Okullar henüz açılmamıstı, iç seslerini dinleyerek bir şeyler
söylemek istiyor, yada birileriyle dertleşmek istiyordu. Belkide asıl istediği
anlaşılmaktı. Fakat etrafta ne onu dinleyecek, nede anlayacak kimseler yoktu.
Kurallarına uyulmasada köy halkı yaradanını iyi tanıyor, onun herkesi her şeyi
gördüğüne bildiğine inanılıyordu. Kardelen’in zamanından evvel olgunlaştığını
yukarıdada belirtmiştim. Düşünüyor, iç seslerini dinliyordu. Madem bizi yaradan
her şeyi biliyor, görüyorsa. O halde şu an benim hissettiklerimide biliyor, ne
kadar üzüldüğümüde görüyordur. Bende onunla konuşur, ona içimi dökerim. Mutlaka
beni dinleyip anlayacaktır.
Okul
bahçesindeki sessiz düşüncelerinin buğusuyla, boğazı düğümlenen Kardele’nin,
büzülmüş titreyen dudaklarından fısıltı halinde şu cümleler dökülüyordu. Rabbim
Mahir Bebeği, Turanı, Lalleyi ve beni sen yarattın, köyde herkesi sen yarattın
biliyorum, sende biliyorsun. Haksız mıyım, haksızsam beni affet. Ben diğer kardeşlerim
kadar sevilmediğimi düşünüyorum, acaba yanlış mı düşünüyorum. Baksana yeni
doğan kardeşim, yani Mahir Bebek ,yeni doğdu, henüz bir haftalık. Anam şimdiden
onun geleceğini düşünerek onun okumasını istiyor, onun içinde elime bu kurumuş
göbek bağını verip, beni buralara gönderdi. İnanışa göre göbek bağı nereye
atılırsa çocuk büyüdüğünde o yönde bir meslek seçermiş. Anama göre bebeğin
göbek bağını okul bahçesine atarsak, oda büyüdüğünde okuyup büyük adam olurmuş.
Ayrıca bebeği ben büyütecekmişim, ben ne anlarım el kadar bebeğin bakımından.
Zaten Lalle’nin hastalığı, Turan’ın yaramazlıkları bana yetiyor. Evdeki her işi
bana yaptırıyor, genede vara yoğa beni dövüyor. Ne dersin,s ence ben çok mu
kötü bir çocuğum? O yüzden mi beni okula göndermiyor? Bir de kızlar okula
giderse orospu olurmuş, o ne demekse. Bende herkes gibi okula gitmek, okumayı
yazmayı öğrenmek istiyorum. Biliyor musun? Mutlaka biliyorsundur. Benim hiç
arkadaşım yok, okula gidersem benimde arkadaşlarım olur, öyle değil mi? Ama
dediğim gibi anam benim okula gitmeme izin vermiyor. Ne yapabilirim ki.
Mutluluk nedir bilmiyorum, ama galiba ben mutsuz bir çocuğum. Sen biliyorsun, o
karanlık gecelerde yorganın altındaki sessiz hıckırıklarımı. Göz yaşlarımla
ıslanan saçlarımı, mutsuzda olsam ben hep seninleyim zaten. Biz her zaman
birlikteyiz, ne zaman dara düşsem, sinirlenip saçlarımı yolsam, sonsuz
şefkatini ve koruyuculuğunu ensemde hissederim. Ama nedendir bilmem, anamın
beni okula göndermemesine, sende ses çıkarmıyorsun. Ne demeliyim, vardır bir bildiğin.
Ben sana kızamam ki, çok küçükken bile beni dinliyor dualarımı kabul ediyordun.
O zaman da seninle konusuyor, adeta seninle dertleşiyordum. Allah’ım, beni sen
yarattın. Anamdan babamdan herkesten daha iyi tanıyorsun. Ne yapayım, ben sakar
bir çocuğum, sakarlığım yüzünden bir sürü dayak yiyor azar işitiyorum. Geçen
gün gene süt kovasının yanından geçerken, eteğim takıldı, kova devrildi,
içindeki sütte yerlere saçıldı. Şu an anam evde yok, babasının evine gitti.
Gelipte bu yerlere yayılmış sütü görürse, mutlaka beni dayaktan öldürür. Ne
olur Allahım, anama merhametinden ihsan et de, bugün beni dövmesin diye dua
ederdim. Gerçektende , anam beni dövmedi. O gün çok mutluydum, hem anamdan
dayak yememiş, hem de duam kabul olmuştu. Biliyor musun? O günkü mutluluğum,
gece yatana kadar sürdü. O gece yorganımın altında uyumaya çalışırken, gene
ağlıyordum. Fakat bu seferki ağlama sevinçtendi, sana olan minnetimi, fısıltılı
sözcüklere döküyordum. Seninle konuşuyordum, yani yorganın altında sende
vardın, yanılmıyordum varlığını tüm kalbimle hissediyordum. Biliyor musun?
Bazende senden yardım istemeye utanıyordum. Çünkü ben sürekli senden yardım
istiyor, karşılığını alıyordum. Ama sana hiç bir şey veremiyordum. Benim de
sana bir şeyler vermem gerektiğini düşünsemde, bunu nasıl yapacağımı
bilemiyordum. Bir gün bunu öğreniceğime inanıyordum, benimde sana vermem
gereken bir şeyler olmalıydı.
Kardelen
göbek bağını okul bahçesine atarken, Allah’la dertleşerek bir anlamda
rahatlamıştı. Çünkü yaradanın onu dinlediğine ve anladığına içtenlikle
inanıyordu. Eve göndüğünde annesi
bebeğin altını değiştiriyor. Bir haftalık bebeğe anlayamadığı bir dilde
ninniler söylüyordu. Kendini öylesine kaptırmıştı ki, kızının odaya girdiğinin
farkında bile değildi. Kardelen gördüğü manzara karşısında, hem sevinmiş, hemde
hüzünlenmişti. Sevindiği yanı annesi bebeğin altını değiştiriyor, ninniler
söylüyor, demek ki bebeğin bakımını Kardelen’e yüklemeyecekti. En azından çok
küçükken yapmayacaktı, yada o öyle umuyordu. Üzüldüğü taraf ise, o yaşına
kadar, kendisine hiç şefkat gösterilmemiş olmasıydı. Annesinin dalgınlığından
faydalanıp, ayak uçlarına basarak girdiği kapıdan gerisin geri çıkı verdi.
Kalbinin sesi gırtlağında şişerek büyüdü, sanki başka yerlerden, başka
şehirlerden gelmişti. Henüz bu evde ve bu şehirde onun dilinden konuşan kimse
yokmuş gibi hissetti ,çok yalnızdı. Kendini oraya ait hissetmiyordu. O evin bir
ferdi gibi değilde bir sığınak gibi görüyordu . Birden irkilerek kendine geldi.
Sakın korkma dedi içinden bir ses, ‘’insan çok yanlızken yaradan ve melekler
ona eşlik eder’’ demişti babaannesi.
Mahir
Bebek 4 aylık olmuştu. Beyaz tenli, bal rengi gözleri, yumuk yumuk elleriyle,
etrafa dikkat kesilerek kendini sevdiriyordu. Kardelen ona bakarken, kolu
bacağı elinde kalacak diye korkmuyor, hatta severek yapıyordu. Mahir Bebek onun
için yeni bir uğraş olmakla birlikte, içindeki boşluğuda dolduruyordu. Bu
vesileyle annesinden daha az dayak yiyor, daha az kötü söz işitiyordu. Annesi
sabahtan bebeğin altını değiştirip, karnını doyurup, geri kalan işleri ve bebeği Kardelen’e bırakarak, köyün diğer
ucunda yaşayan ailesine giderdi. Hastalık derecesinde ailesine düşkün olan
annesi, o günlerde korkunun hakim olduğu bir telaş yaşıyordu. Çünkü çalışmadan
para kazanmayı, sorumsuz yaşamayı alışkanlık edinen kardeşi, silah
kaçakçılığından tutuklanarak ceza evine konulduğundan, ailesi zor günler
geçiriyordu. O da zamanının büyük bölümünü onlarla geçiriyor. Kendi evine,
sadece bebeğin karnını doyurmak için
geliyordu. Bazen geç geldiğindede, bebek acıkıyor ağlamaya başlıyordu. O zaman
Kardelen annesinin öğrettiği gibi, şekerli ekmek çiğneyerek, bir bezin arasına
sıkıştırıp, bebeğin ağzına veriyor, böylece bir süre sakinleşmesini
sağlıyordu.Mahir Bebeğin bakımından, onunla baş başa kalmaktan büyük keyif
alıyordu. Onu çok seviyordu. Bu güzel bebekte, onu çeken bir şey vardı. Bütün
zamanını onunla geçiriyordu. Sıradan abla kardeş sevgisinden öte bir
şeydi, sonraki yıllarda temeli şimdiden atılmış bir dostluk, bir aşk
işaretiydi.
Bu aralar çok mutluyum, ne dayımın hapse
girmesi, nede anamın geç gelmesi beni olumsuz etkilemiyor. Yüreğim kıpır kıpır,
baharın gelişi bütün bir kış uyuyan doğanın uyanışı, gök yüzünün pürüzsüz
mavisi ile, yer yüzünün yeşili kucaklaşarak ,adeta sevişiyordu. Benimde içimde
umutlar yeşersin istiyorum. Sabah güneşi yer yüzünü aydınlatmadan kalkıyorum.
İlk işim, bebekle birlikte yattığım odanın ve diğer odaların pencerelerini
acarak, içeriyi havalandırmak oluyor. Doğadaki bütün kuşların
ötüşleri,cıvıltıları odama doluyor, bir mübarek ılık serinlik adeta yüzümü
okşayarak bedenime dirilik ,beynime enerji veriyor. Güneş sanki merhametli bir
ana gibi yüzümü okşuyor. Her çocuğun bir yıldızı var derdi babaannem, benim
yıldızım ne zaman doğacak, ben onu görecek miyim, bilmiyorum. Ama benim yıldızımda,
bir gün doğacak olursa, annemin beni de,
diğer kardeşlerim kadar sevmesini diliyorum. Belki benim yıldızım o zaman
parlayacak yüreğimi ve ruhumu ısıtacaktır.
***
2007
Strazburg. Hac dönüşü Dilemma evine,
Mahir Hocada camiye görevinin başına döner. Strazburg’daki hayat bıraktıkları
yerden devam ediyor gibi gözüksede, öyle değildi. Dilemma’nın aklı, fikri,
duyguları ve bütün benliği Mahir Hocayla meşkuldü. O ana kadar hiç tanımadığı
bir duyguya kapılı vermişti. Artık her gün camiye gidiyor, neredeyse beş vakit
namazını orada kılıyordu. Ayrıca camideki örtüleri toplayıp, evine götürüyor.
Özenle yıkayıp ütüleyip, tekrar yerlerine itina ile takıyordu. Sanki caminin
bakımından sorumlu gönüllü elemanı gibiydi. Ancak her camiye gidişde gurup
arkadaşlarının kinayeli bakışlarıyla karşılaşıyordu. Bazıları sorgulayıcı,
bazıları imalı bakışlardı. Fakat Dilemma aldırmıyordu. Etrafa karşı
şirinleşerek neşeli görünmeye çalışıyordu. Hayatın akışı onu değiştirmelimiydi,
yoksa kötülüğün parçalayıcılığında etkilenerek kırılacak, bölünecek, bin
parçaya ayrılacakmıydı. O da bir gün dağılan parçalarını yeniden bir araya
toplamak zorunda kalacakmıydı, bunu henüz kendide bilmiyordu. Tek bildiği iki
zıt duygunun çatışmasıyla başa çıkmaya çalışmasıydı. Hac dönüşü sürekli camiye
gitsede, henüz hoca hakkında ayrıntılı bilgi edinememişti. Hoca kimdi?
Türkiyenin neresindendi? Evli
miydi? En önemlisi onun duygularına
karşılık verecek miydi? Bu belirsizlik
Dilemma’yı kahrediyordu, ama genede mutluydu,mutlaka hocayı tanıyacağına ve
duygularına karşılık bulacağına içtenlikle inanıyordu. Karanlıklar
içerisindeyken yakaladığı bu aşktan vazgeçerek, yeniden karanlığa dönmek
niyetinde değildi.Kim olursak olalım, dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım,
çok derinlerde bir yerlerde hepimiz bir eksik duygu taşımaktayız. Sanki çok
önemli bir şeyimizi kaybetmişiz, var gücümüzle onu bulmaya çalışıyoruz.
Dilemma’nın aradığı şey ise ,insanlığın ortak isteğiydi. O, mutluluk ve sevmek
sevilmek istiyordu. İşte aradığı buydu.
Bulduğunu düşünerek, onun mücadelesini veriyordu. Çünkü o aşkın bir yaşam
kaynağı olduğuna inanıyordu. Sevgisiz yaşayan insanı, kurumuş çiçeklere,
çürümüş ağaçlara, verimsiz topraklara benzetiyordu. O na göre herkes sevmeli,
sevilmeliydi. Sevgi, özveri fedakarlık gerektiriyorsa, bu esirgenmemeliydi.
Çünkü sevgi, kolay elde edilecek bir şey değildi. O, emek isteyen bir olguydu.
Dilemma’da bunun gayreti içersindeydi, bu bir itirafsa dile getirmiş olmaktan
rahatsız değildi. Uzun zamandır, iyi yada kötü şiddetli yaşadığı bir şey yoktu.
Mat, donuk bir yaşam sürerken, böyle bir heyecana kapılmak, onu kafi derece
mutlu, zinde ve aktif hissetmesini sağlıyordu. Mekke’den döndükten sonra
Strazburg’da yaşayan bütün insanlar, hatta kuşlar börtü böcekler sanki donmuş,
yada hepsi taşkesilmişti. Sadece Mahir Hoca, kendisi ve cami yerinde duruyordu.
Her camiye gidişinde hoca ile konuşuyor, etrafta kimseler yokmuşcasına rahat
davranışları, hocanın dikkatini çekecek kadar belirginleşiyordu. Her zamanki
hafta sonlarından birinde, topladığı örtüleri götürüp yerlerine takıyor, bir
yandanda hocayla konuşmaya çalışıyordu.
-Hocam
ilk gidişimdenmidir bilemiyorum, hacdan döneli aylar oldu ama hala ben kendimi
Mekke’de hissediyorum. Ayrıca ne zaman
Kabe’yi düşünsem, siz geliyorsunuz gözümün önüne. Sizi adeta Kabe ile
bütünleştiriyorum.
Hoca
kızarıp bozarsada, nezaketen cevap verme ihtiyacı hissediyordu.
-Abartmayın
canım, ben sıradan bir kul olmaya çalışıyorum. Dediysede, sabırla bu işin
sonunun nereye varacağını hem merak ediyor, hemde endişeleniyordu. Çünkü bu
alışılmışın dışında bir ilgiydi. Onunda duygularında gevşemeler oluyor, bir
anlamda egosunun okşandığını hissediyordu. Dilemma nihayet iltifat bazındada
olsa hocaya samimi bir şeyler söylemenin keyfini hissediyordu, fakat bu yeterli
değildi. Yakından tanımak, onun hakkındaki her şeyi bilmek istiyordu. Fakat
hocanın ketum tutumu Dilemma’yı çileden çıkarıyordu. Çünkü hocanın ne
kaşlarındaki çatık düzeliyor, nede dudaklarında bir tebessüm belirmiyor,
ağzından yumuşak bir söz çıkmıyordu. Örtüleri takıp evime gidecekken,hocanın
yüzünde bana bir şeyler söyleyecekmiş gibi bir ifade vardı, nedenini
anlayamadığım bir gerginlik sarmıştı vücudumu. Sanki kaskatı kesilmiştim,
içimden rezil olduğum andır diye geçirdim. Belkide hocanın sabrı taştı kimbilir
bana neler söyleyecek? Ne kadar sinirlenecek? Belkide bağarıp çağıracak ne kötü
sözler söyleyecektir? Kalbim duracak sandım. Gözlerini üzerimde yoğunlaştırarak
konuşmaya başladı.
-Hanımefendi
Mekke’de başlayan yoğun ilginiz yaklaşık bir yıldır devam ediyor, yoksa siz
bana aşıkmısınız? Sürekli beni yüceltiyorsunuz. Ben sizin yücelttiğiniz kadar
yüce biri değilim, olamamda, hiç kimse olamaz. Yüce olan sadece yaradandır,
yücelik sadece ona yakışıyor.
Hoca
konuşurken ben durduğum yerde duruyordum. Yüzümü göre bilseydim mutlaka ıstakoz
gibi kızarmışımdır. Sanki seneler önce derin dondurucuda unutulmuş son kullanma
tarihi geçmiş bir ürün paketi gibi buz kesmiştim. Hoca heyecanla sürdürüyordu
konuşmasını.
-Bakın
duygularınıza ve size saygı duyuyorum. Siz beni tanımıyorsunuz, dolayısıyla
bende sizi tanımıyorum.
Desede, onunda kafasının karışık
olduğu gözden kaçmıyordu. Bastırmaya çalışsada sesindeki titreyiş ele veriyordu
hocayı. Buna rağmen hararetle sürdüyordu konuşmasını.
-Bakın
hanımefendi, aşka ve sevgiye hürmetim var. Sevgi insan hayatında sürekli akması
gereken bir yaşam pınarıdır. Ancak yerinde ve denk olursa mutluluk verir. Ben
evli ve iki çocuk babasıyım,bunu biliyor muydunuz?
Dilemma olduğu yerde hareketsiz duruyordu,
hocayı tam manasıyla dinlediğinden emin değildi. O kendi iç seslerini
dinliyordu. Bu yaşıma kadar gayesiz yaprak misali rüzgarda savruk, başına
buyruk, hür yaşam sürerken ,içine düştüğü bu duruma bir anlam yüklemeye
çalışıyor olsada, duygularından emindi.O, hocaya aşıktı. Hocadan gelecek ufacık
bir ışıkla, mutluluktan dünyanın öbür ucuna uçabilirdi. Ne beynini kemiren
vesveselere, nede Mekke’deki grup arkadaşlarının meraklı bakışlarına
aldırmıyordu. Onun tek isteği şu an donduğu yerden kımıldayarak hocanın
gözlerinin içine bakmaktı. Sınırları ve engelleri olmayan bir yaşam
sürerken, ansızın evli ve iki çocuk babası olan Mahir Hocaya
tutkuyla bağlanmış olmanın mutluluğunu, hemde tedirginliğini yaşıyordu.
Türkiyedeki akrabalarına eşe dosta ne diyecekti? Günün birinde onu koluna
takıp, annesine kardeşlerine gururla tanıştıra bilirmiydi? Anne bu sevdiğim
adam diyebilecek miydi? Bütün bunları düşündükçe başı çatlayacak derecede
ağrıyordu. Hayal kurmanın bir anlamı yoktu ama Dilemma her şeye rağmen iyiyi
hayal ediyordu. Çünkü bulanık sularda balık avlamaktan yorulmuştu, artık
yaşadığı okyanusta sular durulsun istiyordu. Fakat hayal kurmanında kimseye
zararı olmadığını düşünüyordu. Bilinir mi, bazan hayallerimiz hayal bile
edemediğimiz şekilde gerçekleşmiyor mu. İnişli çıkışlı dönemlerinde, bazen karabasanlarla
boğuştuğu olur insanın. Ancak her türlü sıkıntının üstesinden gelmenin yegane
yolu, hayal gücünü gerçekleştirmek değil midir? Fakat hayatın tüm noktalarında
olduğu gibi, hayal kurmaktada abartıya ve israfa yer vermemek gerekiyor.
Dilemma hocayı ayak üstü dinledikce içindeki mutluluğun giderek azaldığını,
korku ve öfkenin öne çıktığını farkediyordu. Mahir hoca Dilemma’dan bir cevap
alamayınca kendi sorduğu soruyu gene kendi cevaplamak zorunda hissetti.
Dilemma’nın donuk yüzüne bakarak,
-Cevap
vermenize lüzum yok, siz bana aşıksınız. Pardon, adınız neydi?
Dilemma başını öne eğerek toy bir
genç kız edasıyla yere bakıyordu.
-Anlaşıldı,
siz adınızı söylemiyceksiniz. O halde ben size Dilemma diyeyim.
Nihayet Dilemma’nın dudakları aralandı ve
-Nasıl
isterseniz.
Diyebildi.
Yüzüne yazın müjdesini veren ilkbahar güneşini
andıran tebessüm yayılı verdi. Bu da bir şey, hoca beni muhatap kabul ederek
bilinmeyen denklem anlamına gelen Dilemma adını verdi. Yani bundan sonraki
konuşmalarımızda bana Dilemma diye hitap edecek. Dilemma bu temennileri içinden
geçirirken, Mahir hoca nasihat niteliğindeki konuşmasına ara vermeden devam
ediyordu.
-
Bakın Dilemma hanım hangi yaşta ve konumda olursak olalım, sevmeye sevilmeye
hava kadar, su kadar ihtiyacımız var. Bir başka deyimle, sevgi her insanın
yaşaması gereken kutsal bir duygudur. Ancak hepimiz için hayat doğum ve ölüm
arasında kısa bir boşluktan ibarettir.
Hayatın kendi içinde inişleri ve çıkışları vardır. Bu iniş çıkışlardaki
yaşamınızda olumlu yada olumsuz yeni gelişmeler olur. Her seferinde bir önceki
sayfayı kapatır, yeni bir sayfa açarsınız. Sizce de öyle değilmi. Sizin gibi
zarif bir hanımefendinin aşkına mazhar olmak her erkeğe onur verir. Fakat size
evli ve iki çocuk babası olduğumu söylemiştim sanıyorum. Benim size
söyleyeceğim kendinize biraz zaman tanımanızdır. Ben senelerdir burada
bulunuyor ve bu cami de vazife yapıyorum, bu zamana kadar belki varlığımdan
bile haberdar değildiniz. Bu duygularınız Kabe’de başladıysa şeytanın oyunu
olabilir. Şeytan oralarda bin kat daha fazla uğraşır müslümanlarla, çünkü
onların işi bu. Daima çeşitli hileler yaparak müslümanların yollarına binbir
çeşit engeller koyar. Şeytan sadece beynimizde, ruhumuzda değil kanımızda bile
dolaşır. Yani demek istiyorum ki, size bu duyguları hissettiren şeytanda
olabilir. Deminde belirttiğim gibi, kendinize zaman tanıyın göreceksiniz
yaşadığınız duygunun geçici olduğunu sizde anlayacaksınız. Ayrıca her denize
düşen inci çıkarmadığı gibi, her aşık olduğunu sananda gerçek manada aşık olmaz.
Şimdi izninizle benim ikindi namazına hazırlanmam gerekiyor. Allaha emanet
olun…
Abdest
almak için Dilemma’dan ayrılan hocanında kafası karışmıştı. Ya Dilemma
gerçekten ona sevdalıysa, kendiside bu ilgi karşısında yenik düşerse, işte
bütün bunları düşünmeden edemiyordu Mahir Hoca.
Hocanın
söyledikleri şüphesiz kitabın ortasındandı, ama ben aldırmıyordum. Duyduklarım
bir kulağımdan giriyor, diğer kulağımdan çıkarak uçup havaya karışıyordu. Onu
dinler gibi görünsemde o gün ona msn adresimi vermeyi başarmıştım. Hoca önce
çok şaşırdı ardından az evvelki konuşan kendisi değilmişcesine
gözüme
bakarak.
-Siz
bana bu adresi verdiniz ama cemaatten duyan olursa yanlış anlaşılabilir.
Dedi,
Bende.
-Dikkatli
oluruz demekle yetindim.
Her ikimiz içinde yeni atılmış bir adımdı.
Sonrasını zamana bırakmak gerekiyordu. Zaman ne gösterecekti bekleyip görmek
lazımdı. Tek dileğim hocanında benim
duyduğum heyecanı duyması ve her seferinde bana vaaz vermektense, duygularıma
karşılık vermesiydi. Çünkü bu yaşıma kadar gönlümün arzularından ziyade bağlı
olduğum düzenin kurallarına göre yaşadım. Şimdi ise Rabbim Mahir Hocayı kutsal
topraklarda karşıma çıkardı. Senelerdir ikimizde aynı şehirde yaşamış, fakat
birbirimizi tanımamışız taki hac organizasyonuna katılıncaya kadar. Elbette
vardır bir hikmeti.
***
Eylül
ayının son haftasıydı, havalar hayli serin, kış soğuk yüzünü gösteriyordu.
Doğuda Eylül ayından itibaren sobalar kurulur, kışlıklar çıkartılır,
hazırlıklar başlardı. Akşam namazı okunmak üzereydi, annem eltileriyle kavga
etmeye başlayınca, amcamdan dayak yiyerek evi terkettiğinde Mahir Bebek henüz
dört aylıkdı. Çok küçük olduğundan anne sütünden başka bir şey yemeyi
öğrenmemişti. Anam bizimle az zaman geçirdiğindenmi ne, onu çok az tanıyordum.
Bir gün bizi terk edeceğini düşünmediğimden olsa gerek, o akşam evi terk
ettiğinde gözden kayboluncaya kadar arkasından baka kalmıştım. Onun evde olup,
yada olmaması arasında pek bir fark gözlenmiyordu. Ancak dört aylık bir bebekle
tek başıma kalmıştım, şimdi ben ne yapacaktım. Her sıkıştığımda sığınacak bir
liman gibi gördüğüm anneanneme koşar adımlarla gittim. Yanına yaklaştığımda
nefes nefeseydim. Kucağına yatıp ağlamaya başladım. Kadıncağız şaşırmıştı, bu
her zaman ki gelişe benzemiyordu. Başka bir şey olmalıydı. Ama ben ağlama
nöbetlerini bir türlü bitirip, başıma gelenleri anlatamıyordum. Anneannemin
kişilik sorunu olsada anama kıyasla daha şefkatli ve sabırlıydı. O hala
sanıyordu ki her zamanki gibi anamdan dayak yiyerek korkudan ona sığınmışım.
Beni birkaç dakika kendi halime bırakarak sakinleşmemi bekledi. Kendime
geldiğimde, ağlama krizimin bittiğini farkedince hiç vakit kaybetmeden neler
olduğunu anlamak istercesine saçlarımı okşayarak.
-Hadi
anlat bakalım nedir seni böyle sular seller gibi göz yaşlarını akıtan. Yoksa
gene ananmı dövdü? Ne diyeyim bilmem ki bu kız senden ne ister? Kendi kızım
olmasa kesinlikle öz anan olduğa inanmam, zalim bir üvey ana derim. Ama yazık
ki kendi kızım ağzı ağı (zehir) tatsın. Hadi anlat ne oldu.
Burnumu çekip elimin tersiyle gözyaşlarımı
silerek konuşuyordum.
-Yok
anneanne bildiğin gibi değil başka bir
şey oldu. Anneanne anam bizi terk edip gitti.
Kadın hiç beklemediği bir şey duymuşcasına
gözleri yuvadan fırlıycakmış gibi açılı verdi.
-
Neee, evimi terk etti ya bebek onuda
aldı mı yanına?
-Hayır
anneanne bütün derdim o zaten ben şimdi meme emen küçük bir çocuğa nasıl
bakarım tek başıma söyler misin, karnı acıktığında nasıl doyururum?
Anneannem beni anlamış olmalı ki sıkıca kucakladı.
- Hele
sus
ağlamakla bir şey elde edemeyiz bakarız bir çaresine Allah kerim elbet
bir yol gösterecektir.
Anneannemi
dinlerken içimde kopan fırtına yerini sessizliğe bırakmış rahatlamıştım. Sanki
üzerimden ağır bir yük kalkmıştı. Fakat ben bir an evvel eve dönmeliydim, çünkü
aklım bebekte kalmıştı, şimdi uyanmıştır. Gidişimle gelişim arasında sanki
zaman durmuştu. Eve geldiğimde bebek annesinin gidişini hissetmişcesine, çığlık
çığlığa ağlıyordu. Babaannem eli ayağı birbirine dolaşarak sakinleştirmeye
çalışsada, bebek bir türlü susmak bilmiyordu. Yaşı hayli ilerlemiş olan
babaannemde en az benim kadar çaresiz olduğu her halinden anlaşılıyordu. Beni
karşısında görünce ızdırabını saklasa da, sarkmış göz kapaklarının ardındaki
nemlenmiş gözlerini görüyordum. Konuyu değiştirmek istercesine havadan sudan
konuşuyordu. Sanki havalar beni çok ilgilendiriyormuş gibi.
-Kardelen,
havalarda hayli soğudu, günler hala kısa ,gündüz saatlerinde sıcaklık biraz
yükselsede geceleri sıfırın altına iniyor, gündüzleri bir şekilde idare ederiz
ama, geceler zor geçeceğe benziyor. Bu yaşlardaki çocukların aldığı en değerli besin ana
sütüdür, en sıcak iklimde gene ana kucağıdır, Allah anasına merhamet versede
tez elden evine ve bu yavrucağa dönse. Yoksa bu çocuk perişan olur.
Bu dilekleri sıraladıktan sonra:
-Hadi
Kardelen süte biraz su katarak iyice kaynamasını bekle, çok az miktardada şeker
kat karıştır, bir emzikle birde şişe bulursak belki bebeğin karnını doyurur,
susmasını sağlarız.
Babaannemin
söylediklerini yaparken düşüncelerim geriye sardı anamın bu bebeği doğurmadan
önce bana söyledikleri geçti aklımdan, sanki bizi terk edeceğini o zamandan
aklına koymuştu. İkide bir bu doğuracağım bebeğe sen bakacaksın Kardelen, ona
göre kendini hazırla deyip duruyordu.
Bir kışı daha geride
bıraktık. Bahar yaklaşıyordu. Güneş çok daha farklı parlıyordu. Günler uzar,
hemde ısınır ,baharı ve sıcak havaları böyle algılamak hayatın akışınıda
değiştiriyordu. Ancak benim ruhumda hiç güneş açmayacak, mevsimler hiç
değişmeyecekti. Sürekli kara kış, kar fırtınası esir alacaktı ruhumu. Bu
vazgeçilmez kaderime Mahir Bebekte ekleniyordu. Bahar gelince dallarda
tomurcuklar oluşmaya başlar, kuşlar şarkılar söyler, çünkü bütün canlılar
baharın müjdesini sezinler, coşkuyla şakır, şakır şarkılar söylerler. Tek huzur
bulduğum anlardı. Kuşların, serçelerin, cıvıltılarını, sevişmelerini,
coşkularını dinlemek. Sanıyorum benliğim yaşımdan önce büyüyor, kendimi
vaktinden önce tanıyordum. Hiçbir zaman o günlerdeki kadar yorgun hissetmedim.
Bir yanda bebek, diğer yanda sürekli hasta havadan nem kapsa hastaneye
yatırılan Lalle ve yaramazlığıyla sürekli ayakbağı olan ortalığı dağıtan Turan.
Yaşlı babaannem olmasa ne yapardım bilmem. Sanki ağır bir sakatlık geçiriyorum
hissine kapılmadan edemiyordum. Neden bilinmez birde bilinç altımı sürekli
meşgul eden endişe vardı, ya bende hastalanırsam düşüncesi beynimin bir
tarafını meşgul ediyordu. Anlayacağınız hüzün, mutsuzluk, boşluk duygusu
küçücük beynimi ve ruhumu fazlasıyla yorup yıpratıyordu.
Annesi
gideli aylar olmuştu. Ne bir haber göndermiş, nede bebeğini yanına istetmişti.
Kardelen Mahir Bebek ve diğer kardeşleri kelimenin tam anlamıyla perişandılar.
Yaşlı babaannenin yardımıyla ayakta kalma çabası verselerde, Mahir Bebeğin
durumu iyi değildi. Her geçen gün zayıflıyor, hiçbir şey yemiyor kakasını bile
yapamıyordu. Haftada bir kaka yapmaya çalışsada çığlık çığlığa bağırıyor
sonunda koyun dışkısını andıran birkaç parça şeyler çıkarıyordu. O kadar zayıf
düşmüştü ki, sivri sinek gibi vızır
vızır vızırdıyordu. Hatta bugün yarın ölecek gibi görünüyordu. Bu durum yaşlı
babaanneyi derinden etkiliyor, kendince çareler arıyor, fakat bulmakta
zorlanıyordu. El kadar bebeği orta yerde bırakıp gitmesi, babaannenin kabullene
bileceği bir hadise olmadığı gibi, ne bir anneye nede bir insana yakışan onurlu
bir davranış olduğunu düşünmüyordu. Bazende sinirlerine hakim olamıyor gelini
karşısındaymışcasına sesli düşünerek kendi kendine söyleniyordu. Bu senin
hayatındır kendince haklı olduğun yanların elbette vardır. Fakat bilmen
gerekirdi, sorumluluklarımız bazen hayatımızın önüne geçmeli, aksi halde ne
yaradanın katında nede sosyal yaşantıda hiçbir saygınlığınız olmaz. Saygınlığı
olmayan bir insanında insanlığı tamamlanmış olmaz. Hele bir kadın anne olduktan
sonra, kendi hayatı ikinci planda olmalı, başka türlüsü düşünülemez. Söz konusu
olan biri hasta diğeri henüz savunmasız
bir bebek. Dört tane çocuk ortada kalmışken bencilce kendi özgürlüğünün
peşinden gitsede, insan demeye insan demek bile insanlığa haksızlık olsa gerek.
Bunu neden yapıyorsun? Hiçbir şeyin eksik değil, sen her zaman özgürlüğünü
yaşayan birisin, ayrıca bu şekilde ve bu şartlarda daha ne kadar özgür
olabilirsin ki? Vicdanın müsaade eder mi sanıyorsun. Belli ki bilmiyorsun her
çocuk annesinin bir parçasıdır senin dört parçan var, yani sen dört parçanı
burada bırakıp gittin. İnsanın ruhundan ,vucudundan birer parça koparsa her
yeri sızlar. Diğerleri bir yana bu bebek
açlıktan ve bakımsızlıktan burada sızlanırken, senin hiçbir yerin sızlamıyor
mu? Uykuların kaçmıyor mu? Vucudunun her yeri hissetmiyor mu bu sızıları? Hani
sen erkek çocukları kızlardan daha çok severdin, buda mı yalandı? Sen nasıl bir
anasın, bilmem ki. Kediler köpekler bile yavrularını ağızlarında taşıyarak
canları pahasına koruyarak bırakmazken, sen sudan sebeplerden bu korumasız
yavruyu aç bırakıp gittin. Arkana bile bakmadan. Sebep ne olursa olsun asla
onarılmayacak bir hata yapıyorsun. Biliyor musun mevsimler geçiyor, insanlar
zaman içinde çeşitli deneyimler kazanıyor. Bir anlamda beynimiz sürekli kendini
yeniliyor. Ama sen bir adım bile değişmediğin gibi, sürekli başına buyruk,
gelişi güzel davranmaktan hiç vazgeçmedin. Ne iyi bir eş, nede iyi bir anne
olmayı beceremedin. Ne demeliyim bilmem ki. Biliyorsun şu an karşında olsaydım,
sana tek kelime söylemenin bile imkanı yoktu. Çünkü duvarların kalın,
pençelerin sivridir. Ayrıca senin cephaneliğinde onlarca kişiye karşı savunma
silahların mevcuttur. Sende biliyorsun, senin karakterinde öz eleştiriye ve
sorumluluk duygusuna asla yer yoktur. Umursamazlığın egemen olduğu bir iç
dünyan var. Onun için bu sözcükler eminim ayakkabılarının altına yapışan sakız
gibi ezip geçeceğin türden sözlerdir. Bilmediğin o kadar çok şey varki senin.
İnancın ve merhametin olmadığı ruhlarda, sorumluluk ve vicdan aramak nafiledir.
Babaanne gelininin hayaliylede olsa konuşarak epeyce rahatlamış olsada, Mahir
bebekle ne yapacağını bilemiyor, yüce yaradandan kendisine bir çıkış yolu
dilemekten başka bir şey düşünemiyordu. Öyle dalgındıki yanı başında duran
Kardelen’i bile farketmemişti.
-Neyin
var babaanne epeydir sana sesleniyorum beni duymuyorsun, Yoksa sende hasta mı
oluyorsun?
- Yok
yavrum hasta değilim şükür, bir çıkar yol arıyorum ama bir türlü işin içinden
çıkamıyorum, asıl sen yorgun görünüyorsun, nasıl görünmeyesin ki benimkide laf
yani. Küçücük omuzlarına öyle ağır yük yüklendi ki ,bu ağırlık seni adeta
eziyor. Haftalardır babanda gelmiyor, neyse ki atlara bakan Recep efendi var,
onların bakımıda bize kalsaydı işimiz dahada zorlaşırdı.
Kardelen endişeli bakışlarını babaannesinin
üzerinde yoğunlaştırarak konuşmaya başladı.
-Babaanne
bebek hasta, Lalle de hasta, bunlar ölürse ben ne yaparım? Turan’lada
anlaşamıyorum o çok kavgacı biri.
Kardelenin endişeli hali babaanneyi derinden
etkilemişti, ancak güçsüz görünmek istemiyor, torununu teselli ederek
rahatlatmak, endişelerinin yersiz olduğunu söylemek istiyordu.
-Sen
üzülme bulacağız bir çaresini göreceksin.
Bir sabah baabaannem beni yanına
çağırarak.
-Bak
Kardelen son bir çare kaldı yapmamız gereken. Şimdi koşarak anneannene gidip bu
bebeğin durumunu anlatıyorsun. Bize yardım etmesi gerekiyor. Nasıl yapar
bilmiyorum, bir şekilde bu bebeği annesine göndersin. Aksi halde bu yavrucak
ölecek, dayanacak gücü kalmadı.
Kardelen gerçekleşmeyecek bir masal gibi
dinliyordu babaannesini. Uzun zamandır dipsiz kuyuda gibiydi ufacıkta olsa bir
ışık görüyormuşcasına, dörtnala koşarak anneanneye gitti. Torununun arkasından
bakakalan babaannenin içi burkuldu, kontrol edemediği sesli düşüncelerini dışa
yansıtarak kendince bir anlamda rahatlıyordu. Nasılda koşuyor yavrucak Rabbim
bize yardım et. Sende biliyorsun insan oğlunu doğal çevresiyle olan ilişkisini
belirleyen unsurun kibir,cehalet ve bencillik ölesiye esir alıyorki ,bazıları
etrafında olup biteni görmezden gelirken, bazılarıda kanıyla canıyla
büyütüp dünyaya getirdiği yavrusunu
ortada bırakıp gitmekten yana kullanıyor tercihini. Bir de bu sene inanılmaz
kuraklık var. Topraklar kuruyor, ormanlar ölüyorsa ne önemi var. Kuraklıktan
hayvanlar şap hastalığına yakalanıp verimsiz hale geliyorsa, bitkiler
mevsimleri ayırt edemiyorsa ne olur ki, kim bu sorumsuzlara gerçeği nasıl
öğretecektir. Üretmeyi bildikleri kadar
esirgemeyide bilseler yetecek, fazlasını isteyen yok. Kuraklıkla birlikte
korkunç bir söylentide yayılıyordu kulaktan kulağa. Güya hastanelerde kolera
vakaları görülmüş buda köy halkını korkutup tedirgin ediyordu. Kardelen geri
döndüğünde babaannesinin hala kapıda beklediğini görünce, umutsuz ve üzgün
bakışlarla babaannesine ebeninenin evde olmadığını söyledi. Umutlar umutsuzluğa
dönüşmüştü.
Aynı bahçe içerisinde yaşadığımız amcalarımın
eşleri anamdan haz etmediklerinden, bizim perişanlığımıza adeta seyirci
kalıyorlardı. Hep birlikte yaşadığımız bu yakın komşuluk çerçevesinde herkesin
birbirine duyduğu kin, nefret, sis bulutları gibi hepimizi çepeçevre sarmıştı.
Anamın bizleri terk etmesi, bizim madur olmamız kimsenin umurunda değildi. Çile
çeken yalnız bebek değildi. Bir süre sonra bizde açlıktan perişan olacaktık.
Yanı başımızdaki yengelerim annemin başına buyruk yaşamını tasvip
etmediklerinden, faturayı bize
çıkarırcasına hiçbir konuda bize yardımcı olmak istemiyorlardı.
Babaannem yaşlı olduğundan tandıra eğilmeyi göze alamıyordu. Bende ne ekmek
pişirmeyi nede yemek yapmayı beceremiyordum. Kaldı ki buna zamanımda yoktu.
Ebenineden ne kadar yardım geliyorsa onunla yetiniyorduk. Aksi ve merhametsiz
olan Zeyno Yengem aynı zamanda babaannemin akrabasıydı. Anam bizi terk ettikten
sonra bize kuru ekmek bile vermiyor, bir kamyon laf ediyordu. Bu davranışıyla
hem bizi aç bırakır, hemde babaannemi kafi derecede üzerdi. Her nasılsa
babaannemi bizden ayırır, ona bizden habersiz yiyecek bir şeyler getirirdi.
Babaannem o gittikten sonra bizimle yiyecekleri paylaşmak istesede, Turan ve
ben bu dışlanmışlığı kabullenmiyor olmalıyız ki, yengemin getirdiği yiyeceklere
dokunmuyorduk. Acıktığımızda koşarak ebenineye giderek, hiç bir şey söylemeden
karnımızı doyuruyorduk. Aynı hızla tekrar evimize dönüyorduk. Babaannem bu
duruma çözüm ararcasına, bazen yengemi uyarıyordu.
- Bu
çocukların yeterince çilesi var, birde sen çektirme günahtır. Dese de, yengem
aldırmıyor her zaman ki gibi bir ton laf ediyordu.
-Ne
yani, anneleri sorumsuzca çocuklarını evini terk ederek keyfi davranırken, ben
onun çocuklarına hizmetcilik yapamam.
Yengem
söylediklerinde haklı mıydı bilinmez ama, biz her geçen gün her anlamda madur
ve perişan oluyorduk. Babaannemde bizimle beraber eziliyordu ki, çaresizliği
yüzündeki çizgileri apaçık anlatıyordu. Gündüzleri çok yoruluyor olmalı ki, akşam olduğunda bir köşeye çekilir, ağır
bir yorgana birkaç kat sarılarak oturduğu yerde diz çökmüş , ellerini semaya
açarak dualar ederken görüyordum. İçten içe bende onun dualarına destek
verircesine kabul olunmasını temenni ediyor, bu çilemizin mutlaka biteceğine
inanıyordum. Akşam namazı geçmiş yatsı vakti yaklaşıyordu. Babaannem birazdan
yatsıyı kılıp yatacak olsada, ikimizinde gözü kulağı Mahir Bebekteydi. Dışarıda
dondurucu soğuk bir hava vardı. Gökyüzünde ayın yeşilimsi ışığı buz
tanecikleriyle süslenerek camlardan sızarak babaannemin sevimli
nur yüzünü aydınlatıyordu. Kardelen babaannesine bakarken huzurluydu.
İçini çocuksu bir neşe sarmıştı sanki. Gerçekten bütün sıkıntıları bir anda
biti vermişcesine olduğu yerde adeta çakılıp kalmış, babaannesini izliyordu.
Babaanne yerinden doğrulduğunda Kardelen’i öylece dikilmiş görünce ince bir
öfkeye kapılmadan kendini alamadı.
-Kardelen
sen hala burada mısın, söylediklerimi duymadın mı? Kardelenin gözleri
şaşkınlıktan yerinden çıkacakmış gibi kocaman oldu. Anlayamamıştı ne demişti ki
hiç hatırlamıyordu. Babaannenin öfkesi giderek kabarıyordu.
-Hala
beni duymuyorsun, birazdan çocuk uyanacak şimdiye dek gidip gelmiştin.
Kardelen
babaannesinin neden söz ettiğini anlayamamıştı. Bakışlarını babaannesine
yoğunlaştırarak.
-Babaanne
sen neden söz ediyorsun ben nereye gidecektim ki gecenin bu vaktinde?
-Yahu
ben sana ebenineye git, bu çocuğun durumunu anlat ne yapıp etsin bu yavrucağı
anasına göndersin, öleceksede anasının yanında ölsün demedim mi?
Kardelen bir an endişelendi eyvaaah galiba
babaannemede bir şeyler oluyor, bugün gittiğimi ve yarında gidecek olduğumu bildiği halde, sabah
olduğunu sanıyor. Babaanneyi duymamışcasına sakin davranıyor.
-Duydum
babaanne duydumda yarın gitmeycek miydim ebenineye bu gece vakti tek başıma
nasıl giderim?
Babaanne hızı kesilmiş rüzgar gibi sakinleşti,
birazda telaşlandı.
-Nasıl
yani şimdi sabah değil mi?
-
Akşam oldu babaanne sen birazdan yatsı namazını
kılacaksın sonrada yatıp uyuycaz. Babaannenin yüzüne çocuksu bir ifade
yayıldı, mahcup bakışlarını Kardelen’e çevirerek.
-Bağışla
yavrum galiba ben iyice yaşlandım, baksana akşamı sabahı bir birine
karıştırıyorum.
-Önemli
değil babaanne anamın yaptıklarının yanında senin ki hiçbir şey değil. Sen
sinirlenme ben sabah erkenden gider söylerim.
Ebenineyi
de, çocuklarını da, yaşam biçimlerini de sevmiyordum. Çünkü onların evlerinde
ne namaz kılan nede dua eden yoktu.
Herkes birbirine karşı küfürlü konuşmalar, kaba davranışlar sergiliyordu. Kavgalardan başka
bir şey göremiyordum. Belkide bu yüzden hoşlanmıyordum onlardan. Ebenineye
gitmek isteğim en son şeydi, fakat gitmek mecburiyetindeydim bunu Mahir bebek
için yapmalıydım. Belki bu bizim son şansımız olabilirdi. Onların evine gitmek
beni sıksada, ruhumu daraltsada gitmeliydim. Hem babaannem bu düşüncelerimi
bilse söylemediğini bırakmaz. Ne kötü tarun oluşum, nede nankörlüğüm kalmazdı.
Anneannem her seferinde bana şefkatle sarılsada, ne bileyim babaannemin
sarıldığı gibi mutlu olmuyordum. Bunun sebebi benim suçum olmamalıydı diye
düşünüyordum. Ebenineyi sürekli babaannemle kıyaslıyordum. Babaannem,
yaradandan, meleklerinden ve peygamberinden söz ederken, bana sanki yüzü
gençleşir, gözyaşlarıyla ıslanan bakışlarında tatlı bir ışık parlardı. İpek
gibi saçlarını elime alır boynuma sarardım. Anlattığı öyküleri hiç kıpırdamadan
dikkatlice dinlerdim. Sonraki yıllarda anlayacaktım onun anlattığı öykülerin,
ne kadar öğretici ve yol gösterici olduğunu. Dediğim gibi babaannemde ki
halleri ebeninede de arıyordum. Fakat şimdi onun yardımına ölesiye ihtiyacımız
vardı. Nihayet ertesi gün ebenineye gittim gitmesine, ama evdeki kargaşadan
beni fark eden bile olmamıştı. Dayılarımın tek bildikleri şey kavga etmek
olduğundan, bazen konu komşuyla, bazende birbirleriyle sanki yaşam biçimleri
sadece kavga etmekten ibaretti. Bugünde diğer günlerden biriydi evde çanak
çömlekler havada uçuşuyor, ağızlarından çıkan küfürlü sözler buhar olup havaya
kavuşuyordu. Birbirlerine adeta can düşmanı gibi davranıyorlardı. Kardelen
ebeninenin dizinin dibine çökerek geliş sebebini , babaannesinin söylediklerini
anlatmaya başladı. O yardım etmezse bu
çocuk bakımsızlıktan öleceğini söyledi. Ebenine dikkatlice dinliyordu ,dünürünü
sever ve onunla iyi anlaşırlardı, mutlaka bir çare bulunması gerektiğini
biliyordu. Sonuçta madur olan onunda torunlarıydı, helede mazlum savunmasız bir
bebeğe elbette yardım edecekti. Ancak kinden, nefretten, şizofrenik duyguları
gelişen oğullarından birini ikna etmesi
gerekiyordu. Altıncı oğlu olan Kazım’ı ikna etmeye çalışırken, uygun kelmeleri
bulmakta zorlandığını fark ediyordum. Oğlunun yumuşak damarını bulamamaktan
adeta korkuyordu. Oğluna karşı sarfettiği her cümle müthiş bir güvensizlik
içeriyordu. Ninenin oğluna karşı yaklaşımları, sanki baş dönmesinden şikayetçi
olan bir kişinin, uçurumun kenarında yürümesini andırıyordu. İkna gayretini
korkulu bir heyecanla bekliyordum. Aynı zamanda dayımın vereceği cevabı
düşünmeden edemiyor içimden dua ediyordum. Ufacık beynimde birbiriyle çatışan
sayısız duygu belirmişti. Bazıları sorguluyor, bazıları ise isyan ediyordu.
Kendi ailesini ve çocuklarını yüzüstü bırakıp giden anasına karşı isyan doluydu
yüreği. Nine bütün cesaretini, sevecenliğini, ortaya koyarak oğluna yaklaşmayı
başarmış görünüyordu. Bir serçeyi ürkütmekten korkar gibi oğluna seslendi.
-
Kuzum Kazım’ım hele bir bak sana bir şey diyeceğim. Daha doğrusu senden bir şey
istiyeceğim. Beni kırmazsın bilirim, yardımına ihtiyacım var.
Kazım dayım her zamanki vahşi
bakışlarını annesine yönelterek.
- Nedir söylemek istediğin çabuk
söyle, işim var arkadaşlar beni bekliyor.
Arkadaş dediği kendi gibi ipsiz sapsız başı
boş serserilerdi. Her birinin birertane horozu vardı, işleri güçleri horozları
dövüştürerek kan revan içinde bırakmaktı.
-Yavrum biliyorsun ablan çekip gideli aylar
oldu, geride ufacık bir bebekle üç çocuk ve yaşlı bir kadın bırakıp gitti. O
bebek hasta bakımsız perişan bir halde,
Kardelen’le babaanneside zor durumdalar.
Dayımın ses tonu yükselerek
-Ana
ne demek istiyorsan söylede bitsin.
Nine hızını kesmeden sürdürüyordu konuşmasını.
-Söyledim
ya bebek çok hasta ,belkide ölmek üzeredir. Yani diyorum ki Kardelen’i de
yanına alıp o yavrucağı anasına götürsen, öleceksede anasının kucağında ölsün.
Ne dersin bu yardımı yapabilir misin? sevaptır hadi he dede içim rahatlasın.
Dayımın
kötü huylu cinleri tatile çıkmışcasına yüzüne ılımlı bir ifade yayılı verdi.
Başını evet anlamında salladığında, sevinçten
havalara uçmak istedim, ama yapamadım. Çünkü hala içimde bir güvensizlik
vardı, dayım bu, bakarsın vazgeçerdi.
***
Mahir Hoca henüz Dilemma’nın duygularına
açıkca karşılık vermiş olmasada, yenik düştüğünü hissediyor, çıkış yolları
arıyordu. Dilemma’nın çabaları sonunda amacına ulaşmıştı. Kendine bile itiraf
etmekten kaçınsada, hocada Dilemma’ya sevdalanmıştı. Aşk gerçektende adres
tanımıyordu,sonunda hocayıda esir almıştı. Hoca tam manasıyla çıkmaza düştüğünü
düşünüyor, acil bir çıkış yolu bulması gerektiğine inanıyordu. Bir yanda evli
oluşu, itibarı, diğer yanda cami cemaatinin durumu fark etmesiyle çıkacak
skandalı düşündükçe, kafatasının içindeki beyni adeta uyuşuyordu. Fakat her
şeye rağmen hissettikleri hayatı boyunca hiç tanımadığı duygulardı, sanki
ayakları yerden kesiliyor, hayatı toz pembe görüyordu. Bir şekilde karar
vermeliydi. Ya, olacaklara göğüs gerecekti ki bu mümkün değildi. Ya da bu
mesele duyulmadan buralardan çekip gitmeliydi. Sonunda kendi içinde karar aldı.
Strazburg’dan başka bir şehire yada başka bir ülkeye nakil isteyecekti.
Böylece, belkide bu mesele başlamadan bitmiş olacaktı. Hocanın kafası, ruhu,
öylesine karma karışıktı ki bazen iç seslerini dinliyor, adeta onlarla
konuşuyordu. Galiba bende ona aşık oldum. Doğru söylüyordu iç sesleri. Mahir hocada
sevdalanmıştı,hemde hiç beklemediği bir şekilde, beklemediği birine. Sanki aşk
haber vererek geliyormuş gibi, zaman zaman hafif bir öfke rüzgarı bile
geçiriyordu içinden.
2008
Hac mevsimi hoca ve Dilemma ikinci kez kutsal topraklardalar. Bu kez farklı bir
kafile ve farklı insanlar var. Ancak sadece farklı olan kafile ve cemaat
değildi. Birbirlerine olan duygularıda farklıydı. Bir yıl önce Dilemma her
fırsatta hocanın dikkatini çekmeye çalışırken, bu sefer duyguları
karşılıklıydı, çünkü birbirlerine deliler gibi aşıktılar. Gece gündüz demeden
vazifeden arta kalan zamanı birlikte Kabe civarında gezerek değerlendiriyor,
şimdiye kadar hiç kimseye söylemedikleri en derin ve en seçkin sevda
sözcüklerini birbirlerine söylüyorlardı. Bir yanda ilahi aşk, diğer yanda
birbirlerine olan aşk, adeta iki aşkı bir arada yaşıyorlardı. Dediğim gibi
duyguları hem derin, hemde karışıktı. Bazen ağlıyor bazen gülüyorlardı. Ama
herhalükar da mutluydular. Özellikle hoca yaşadığı bu inanılmaz iki duygu
arasında adeta sarhoş oluyordu. Bazen de bu iki duygunun kalbini yorduğunu
hissetse de, gene de çok mutluydu. Zamanın durmasını istiyor, yerle gök arası
bir yerlerde dolaştığına inanıyordu. Ayaklarını yere basmak istiyor bir türlü
basamıyordu. Çünkü bu yaşına kadar tanımadığı bir duygunun esiri olmuştu. İnsan
sevincini, üzüntüsünü paylaşmak ister. Ancak hocanın her şeyini paylaştığı tek
kişi Kardelendi. Ablasından başka kimsenin onu anlayacağına inanmıyordu. Bir
telefon konuşmasında Kardelene şöyle anlatıyordu duygularını.
-Abla
bu yaşıma kadar ne bu kadar sevdim, nede bu kadar sevildim, bu aşk beni
korkutuyor, acilen bir çözüm bulmam gerekiyor. Bir yanda mesleğim, saygınlığım
ve evliliğim, diğer yanda Dilemma’ya olan aşkım, ben ne yapacağım nasıl
cıkacağım bu işin içinden. Sen çözüm odaklı yaşayan birisin, banada bir yol
göster.
Ablası hocayı dinliyor, bazen içinde bulunduğu
duruma üzülüyor, bazenda takılıyordu.
-Oğlum,
ben aşk doktorumuyum ki, sana çözüm bulayım , nasıl bulaştıysan öylece çık işin
içinden. Benim çözeceğim bir şey değil. Diyerek damarına basıyordu kardeşinin.
-Abla,
Dilemma hayatıma girdiğinden beri her şeyimle beni sanki esir aldı irademi
kullanamıyorum, onunla da onsuz da yapamıyorum. Anlayacağan kalbime öyle bir
mıh çaktı ki, bir türlü çekip çıkartamıyorum. Çıkartırsam canım acıyor,
çıkartmazsam canımı alıyor. Artık Strazburg’da yaşayamam, en kısa zamanda nakil
isteyeceğim. Daha şimdiden onun yokluğunu hissediyorum. Dilemma ansızın karşıma
çıktığı gibi, gene ansızın benden uzaklaşacak. Buna katlanmak ölümdende beter.
Kimbilir bir daha ne zaman karşılaşırız, belkide hiç karşılaşmayız. Eskiler
boşa dememişler, gönül derdine çare yoktur diye. Aşkın hastalığı bütün
hastalıklardan farklıdır abla. Kabe’den dönmemize bir hafta kaldı. Cemaati
toplayıp, hem helallik alacağım, hemde onlarla birlikte Strazburg’a
dönmeyeceğimi ve İstanbul’da onlardan
ayrılacağımı söyleyeceğim. Abla Kabe’nin avlusunda Dilemma’yı beklerken seni
arıyorum, şimdi kapatmalıyım. Allah’a emanet ol, görüşmek üzere.
Telefonu
kapattıktan sonra Kabe kapısına doğru ilerliyordu. Dilemma Kabe’nin orta
kapısından dışarıya tıpkı bir sülün zerafetiyle süzülüyordu. Tanıdık
insanlardan kimse yoktu etrafta. Bu onların istediği bir şeydi. Çünkü sadece
geceleri yalnız kalabiliyorlardı. Çoğu zaman sabah namazına kadar Kabe’nin
etrafında dolaşıyor, sohbet ediyor, bir yerlerde oturup bir şeyler yiyip
içiyor, birbirlerine olan güçlü duygularını anlatıyorlardı. On sekizlik gençler
gibi bazen ağlıyor, bazen gülüyorlardı.
Ama çocuklar gibi özgürlerdi Kabe gecelerinde. Dilemma istemiyordu Strazburgdan
gitmesini. Hoca ise orada kalmanın imkansızlığını anlatıyordu,buğulu gözlerle
ve boğuk sesiyle. İkisininde dudaklarından “geç buldum, çabuk kaybettim’
türküsünün melodisini mırıldanmak istiyorlardı. Hoca Dilemma’nın gözlerine
bakmadan sürdürüyordu konuşmasını.
-Dilemma
beni anlamaya çalış. Şunu bilki, bundan sonraki yaşantımda dünyanın bilinmeyen
bir yerinde dahi olsam, gene seninleyim. Benim tek gerçeğim sensin. Bundan
sonraki hayatımda sadece sen varsın. İçinde bulunduğum çözümsüzlüğü sana nasıl
anlatayım. Benim çaresizliğimi anlaya bilir misin?
Dilemma bir genç kız masumiyetiyle dinliyordu.
Her kadın içinde çılgın bir çocuk büyütür. Ama Dilemma’nın içide, dışıda
masumdu. Tek isteği hocanın Strazburg’dan gitmemesiydi. Ama hocanın gözündeki
kararlılık Dilemma’nın ısrarının nafile olacağını anlamasına yetiyordu.
Titreyen dudaklarından bölük pörçük birkaç kelime döküldü.
-Biliyor
musun Mahir, seni tanıyana kadar kendi halinde, işinde gücünde, sevgisiz,ilgisiz
kocaman bir boşlukta yaşıyordum. Hiç beklemediğim, tasarlamadığım bir zamanda
sen çıktın karşıma. Çok şey istemedim. Belki birazcık mutlu olacağım sevgi
istedim. Yoksa imkansızı mı istedim. Evli olduğun, din adamı olduğun yetmezmiş
gibi, birlikte yaşadığımız şehri bile terk ediyorsun. Ben bir yana, seni seven,
sana inanan cami cemaatinide mi düşünmüyorsun? Tek isteğim, camiye gelip herkesle birlikte arkanda namaz kılmaktı.
Biliyorum bu yolun başıda sonuda görünüyordu. Ama elimde değil, bu duygu beni
aşarak esir aldı. Ben ister miydim evli bir adama sevdalanayım. Aşk bu adres
tanımıyor, banada sormadı. Hem de bu kutsal topraklarda çıkı verdi karşıma.
Dilemma acı çekerek kendini anlatırken
farkında olmadan, bir anlamda hocayı sorguya çekiyormuşcasına dikilmişti
karşısına. İkisininde ruh halleri birbirinden farklıydı. Hocanın kusuru aşk
hakkın da hiçbir temel bilgiye sahip olmayışıydı. Taşrada büyümüş, aykırı
karakterinin uyumsuzluğu sayesinde çok çalışıp kısa yoldan hayata atılmayı
hedeflemişti. Bundada başarılı olmuştu, zor olsada. Aşk hakkında ne biliyordu
ki üstesinden nasıl geleceğinide bilsin. Şu an tek bildiği çözüm yolu bir
anlamda kaçmaktı. Bir başka şehire nakil isteyerek kendince bu sevdadan
kurtulacağını sanıyordu. Artık Kabede ki zamanları dolmuştu. Bütün kafile
toparlanma telaşındaydı. Herkes toparlanmıştı, Cidde havalimanına gitmek için
kaldıkları otelin kapısında otobüs beklemekteydiler. Herkes otelin lobisinde
ellerinde bagajlarıyla hocanın gelmesini bekliyorlardı. Beş on dakika gecikmeli
gelen hoca, sonunda lobiye geldi. Herkes gitme hazırlığındayken hoca birkaç
dakika rica ederek konuşmak istediğini söyledi. İnsanlar pür dikkat kesilerek
bakışlarını hoca üzerinde yoğunlaştırdılar. Hepsi merak içindeydi. Ne
konuşacaktı ki, artık Hac farziyyeti tamamlanmış, geri dönüş yolundaydılar.
Hoca dış kapıya doğru yaklaşarak yüzünü cemaate yöneltti. Kısık bir sesle
konuşmaya başladı.
-Sevgili
hacılar, biliyorum hepiniz merak ediyorsunuz ne konuşacağımı haklısınız, fazla
vaktinizi almadan kısa keseceğim. Ben sizinle Strazburg’a gelmeyeceğim.
İstanbul’da yani hava limanında yollarımız ayrılıyor. Çünkü ben başka bir
şehire nakil istedim. En kısa sürede
cevabın geleceğini ümit ediyorum. Allah Hac ziyaretinizi kabul etsin. Hakkınızı
helal edin,diyerek kısa konuşmasını bitirdi.
Konuşması
bittiğinde durumu bildiği halde başta Dilemma olmak üzere bütün cemaatin suratı
düştü, moralleri bozuldu. Ortamı homurdayan sesler sardı. Herkes kendince
duygularını dile getirmeye çalışıyordu. Bir anlamda ikna çabaları
gösteriyorlardı. Neden hocam bizden ne kötülük gördünüzki bizi terk
ediyorsunuz? Biz senelerdir sizinle bütünleşmiştik,şimdi neden gidiyorsunuz?
Sizi bu kararınızdan nasıl vaz geçirebiliriz? Lütfen söyleyin. Herkes kendince
bir şeyler söylüyordu. Hiç kimse hocanın içine düştüğü durumu bilmiyor olsada,
bazı kafalarda soru işaretleri yok değildi. Bana olan ilginize teşekkür
ederim,ama gidişimin sizinle hiçbir ilgisi yok. Her güzel şeyin bir sonu var
diyelim. Merak etmeyin en kısa sürede yeni bir hoca gönderilecektir. Eminim
gelen arkadaşıda seveceksiniz,oda beni aratmayacaktır. Kısa zamanda bana
alıştığınız gibi, onada alışacağınıza eminim. Hadi bakalım bu duygusallıkla hem
işimi zorlaştırıyorsunuz, hemde uçağı kaçıracağız. Cidde’den bindikleri uçak Türkhava
yollarına indiğinde saat geceyarısını çoktan geçmişti. Havalimanı kapalıda
olsa, hacılar birkaç saatliğinede olsa ,Türkiye’de olmaktan anavatanın havasını
solumaktan mutluydular. Bir sonraki uçakla hacılar Strazbur’a, Mahir Hocada
Ankara’ya ailesinin yanına uçacaktı. Bir süre Ankara’da kalıp sonrasında
gönderileceği yeni görevine başlayacaktı. Havalimanında ayrıldılar
birbirlerinden. Herkes üzgündü. Sanki hacdan değilde, cenazeden gelmiş
gibiydiler. Dilemma ağlamamak için özel bir gayret sarfetsede,boğazına
düğümlenen yumruğa engel olamıyordu. Sessiz akan gözyaşlarını siyah
gözlüklerinin arkasına saklayarak, insanlardan uzak tek başına kuytu köşelerde
oturmayı tercih ediyordu. Bir süre sonra Ankara yolcularının kontrolden
geçmeleri anons edilince Mahir Hocanında yolu tamamen ayrılıyodu hacılardan ve
Dilemma’dan. Son bir kezdönüp arkasına baktı, bagajını alıp küçük bir çocuk
masumiyetiyle güvenliğe doğru ağır adımlarla yürüdü. Bedeni kontrol noktasına
gitsede, ayakları geri geri çekiyordu hocayı. O, yoluna devam etti. Arkada
bıraktıklarını hiç tanımamışcasına. Bir kere olsun dönüp arkasına bakmaya
cesareti yokmuşcasına. Henüz Strazbug’a gidecek uçağın kalkma zamanı
gelmemişti. Hacılar hayli yorgun görünüyor, bekleme salonundaki banklarda
oturuyorlardı. Bazıları yorgunluktan kapanmak üzere olan göz kapaklarına engel
olamıyor, banklara uzanıp uyuyanlar bile oluyordu. Hoca Ankara’ya uçtu, fakat
Dilemma paramparça olmuştu. Yüreğinin, hatta benliğinin büyük bir parçası
hocayla gitmişti. Yüksek sesle ağlamak, haykırmak, hıçkırıklarını göklere
duyurmak istiyordu. Ancak yapamıyordu, çelik kanatlı kartal hocayı uçurmuştu.
Sadece uçan hocanın bedeniydi, onunda yüreği havalimanın da kalmıştı. Dilemma
bir ara başını kaldırıp gökyüzüne hocayı götüren uçağın kalkışına baktı, uçak
havalanmıştı. Arkasından sulu gözlerle seyretti. Uçak yükseldi, yükseldikçe
küçüldü ve gözden kayboldu. Derin bir nefes alarak toparlandı, pes etmeyecekti.
İlk fırsatta hocaya e-mail atarak, sanal alemdede olsa iletişim kurmak konuşmak
istiyordu.
***
2008
Hoca Ankara’dan ablasını arıyordu. Ablasıyla konuşmaya ölesiye ihtiyacı vardı.
Her konuda olduğu gibi, bu konuda da ablasından başka kimseyle konuşması mümkün
değildi. Ayrıca Kardelen’den başka kimsenin kendisini anlayacağına da inanmıyordu.
Kardelen kardeşinin Mekke’de olduğunu düşünürken Ankara’dan arandığını görünce
hem şaşırmış, hemde sevinmişti. Çünkü uzun zamandır görüşemiyorlardı. Kardelen
hangi şartlarda olursa olsun, hocaya takılmaktan inanılmaz keyif alıyordu. Hoca
duygularını saklasada bu durumdan oda içten içe hoşnuttu.
-Aaa
hocam sesin yakından geliyor, yoksa erenlere karışıpta uçarak mı geldin. Ayrıca
telefonda alan kodu Ankara’yı gösteriyor, hac vazifen bittimi ki Türkiye’desin?
Neden Fransa’da değilde Ankara’dasın?
Hoca ablasının heyecanını bastırmak
istercesine.
-
Abla, ablacım istersen teker teker sor. Evet Ankara’dayım bütün kafile
havalimanı’na indik, kafilede ki herkes Fransa’ya döndü. Ablası gene sözünü
kesti.
-Hıı
anladım Ankara’ya uğramadan Fransa’ya dönmedin, öyle değilmi?
- Abla
daha öncede söylediğim gibi ben artık Strazburg’a dönmeyeceğim. Paris’e naklimi
istedim oradan gelecek cevabı bekliyorum, bu yüzden Ankarada’yım. İyide oldu,
çocukları ve torunları da görmüş oldum. Geldim gelmesine ama hiç iyi değilim.
Aklım, fikrim hatta bütün benliğim Dilemma’da kaldı. Ayrıca evdekiler durumu
farkedicekler diye de tedirginim. Söylermisin ben ne yapacağım abla, nedir bu
başıma gelen. Lütfen beni teselli edecek bir şey biliyorsan söyle. Galiba bu
yaşımda aklımı oynatacağım.
Ablası hala işin dalgasındaydı.
-Ben
ne söyleyeyim aşkın yaşı da adresi de yoktur derler. Ayrıca senin başına gelen
şeyin henüz bir doktoru yada ilacı yok. Başına gelen hadisenin adı her ne
ise kendin üstesinden gelmek zorundasın.
Eğer bunun adı kaderse ki bunu en iyi sen bilirsin. Çünkü kader olan ya da olmayan konular senin
uzmanlık alanına giriyor. O senin kaderin ise onunla hesaplaşacak olanda gene
sensin. Ayrıca sana bir ata sözünü hatırlatayım,’’ kelin yağı olsa kendi başına
sürermiş’’. Ben kendi dertlerime çare bulamazken, senin gönül derdine nasıl
yardım edebilirim?
Hoca, ablasının yaşadıklarını iyi bildiği için
farkında olmadan yarasına dokunduğunu hissetti. Haklısın ablacım düşünemedim
farkında olmadan senide üzdüm sanıyorum. Kardelen haklıydı. Mahir okula
gönderilip hayata hazırlanırken, Kardelen henüz ergenliğini tamamlamadan dayak
zoruyla istemediği daha henüz çelik, çomak oynayan bir çocukla evlendirilmişti.
Kıvılcım adında bir kızı vardı. O bundan sonra ki hayatını sadece Kıvılcım’a adayarak
yaşayacaktı. Hayat onun içinde zor geçiyordu, ancak kardeşi de onun
vazgeçilmeziydi. Hoca’nın bu hassasiyetine elbette yardımcı olmak isterdi ama
gerçekten bu iş onu aşıyordu. Hoca’da bu işin farkındaydı fakat sadece
dertleşmek için ablasıyla konuşuyordu. Oldukça karışık görünen bu gönül
meselesi, aynı zamanda iki kişinin arasında yaşanan bir meseleydi.
Ablacım bu tatlı belayı ben davet etmedim, inşallah kimseye zarar
vermeden üstesinden gelirim. Biliyor musun abla küçük bir kıvılcımı söndürmek
kolay, gel gör ki içimde bir volkan, bir yanar dağ patlaması var ben bu ateşi
nasıl söndüre bilirim, bende bilmiyorum. Belki bana kızıyorsun, inan bana çok
direndim fakat gönlüme söz geçiremedim, bir bilsen abla öyle bir bakışı varki
kalbimi delip geçtiğini hissediyorum. Beni esir alan o bakıştan sonra bütün
direncimi kaybettim. Şu an ben Ankara’dayım o Strazburg’da ama benim sadece
bedenim burada bütün benliğimle Dilemma’nın yanında gibiyim.
Kardelen
gerçekten kardeşinin acı çektiğini göre biliyordu ,fakat sırf konuşmak için
konuştuğunun farkında olsada konuşması gerektiğine inanıyordu, daha ciddi ve
sevecen bir ifadeyle.
-Canım
seni anlamaya çalışsamda, sana yardım edemediğimden bende üzgünüm. Bilirsin
havalar kapalı olunca yağmurun yağacağını sanırız ama her zaman bir yerlerde
güneş vardır. En sıkıntılı anlarımızda bile mutlaka bir umut ışığı belirir,
sende Dilemma’nın yaşadığı şehri terk etmekle ilk adımı atmışsın. Umuyorum ki
bundan sonrasını da kolay atlatırsın, üzülme hiçbir şey sürekli değildir. Ben
aşkı bir balya samanına benzetirim, saman alevlendiğinde eğer kontrol altına
alınamazsa etrafına fazlasıyla zarar verir, fakat kontrol edilirse kimseye
zarar vermeden basit bir rüzgarla külleri gök yüzüne savrulur. Deminde
belirttiğim gibi bu durumuda kendi kendine atlatacaksın, tabi ki gerçekten
atlatmak istiyorsan. İşte asıl kendine sorman gereken soru bu. Anlamıyorsun
değilmi abla, kalbim virane oldu, virane. Bir yerlerde güneş doğmuş yada
doğmamış ne önemi var.
Hoca
Ankara’da nakil beklerken adeta uçuşan kelebek misali durduğu yerde duramıyor,
yakaladığı her fırsatta Dilemma’yı arıyor onunla konuşmadan duramıyordu. Hatta
nefes alamıyor desek yeridir. Bazen telefonla görüşüyor, bazen de gizli
şifreyle msn den
görüşerek iletişimi koparmamaya azami gayret sarfediyordu. Bir yandan da
evdekiler fark edecek diye tedirginliği kat kat artıyordu. Hoca ne kadar dikkatli olsada aşkı saklamak
imkansızdı. Siz istemesenizde bakışlarınız, davranışlarınız hatta duruşunuz
bile sizi ele vermeye yeterdi. Ayrıca havadan nem kapan, kendi yetersizliğinin
vermiş olduğu ezikliğin acısını sürekli Hoca’dan çıkartan karısının gözünden
kaçmıyordu. Sürekli evde terör estiriyor, blöf üstüne blöf yapıyordu. Karısının
bu davranışlarına alışık olan Hoca Dilemma ile öylesine bütünleşmişti ki,
karısının bütün çirkeflikleri ona adeta sinek vızıltısı gibi geliyordu. Hoca’yı
gurbet ellere yalnız yaşamaya mecbur eden bir anlamda karısının paraya olan
düşkünlüğü ve geçimsizliğiydi. Artık kaldıramıyor, çocuklarından ayrı kalma
pahasına çareyi gurbet ellere gitmekte buluyordu. Hoca’nın çilesi bu kadarlada
sınırlı değildi. Az gelirli bir köy imamıyken, karısı sırf etrafa gösterişli
bir sünnet düğünü yapsın diye hayatında eline bir tuğla almayan Hoca, senelik
iznini bir inşaatta çalışarak değerlendirmek isterken çalışmakta olduğu
inşaattan harç dolu bidonun içine düşerek kötü bir kaza geçirir. Vucudu çok
hasar görmüş kaburgaları kırılmıştır. Uzun bir süre hastanede yatarak tedavi
görür. Ancak biraz toparlandıktan sonra yeni kararlar alması gerektiğini
düşünür. Çünkü geçirdiği kaza ve uzun süre gördüğü tedavi adeta ufkunu açmış,
daha geniş çerçeveden bakmasını sağlamıştı. O ana kadar hiç düşünmediği bir
şeyi gerçekleştirecekti, artık küçük köylerde küçük çaplı köy imamı olmayacaktı. Köy imamlığı ona ne maddi nede
manevi yeterlilik sağlamıyordu. Farklı hedefler belirleyerek başka atılımlar
yapması gerekiyordu. Henüz yaşının genç olduğunu düşünüyor ne istediğini daha
net görebiliyordu. Bu düşüncelerini gerçekleştirmek için mutlaka yüksek tahsil
yapması gerektiğini düşünüyordu. Geç sayılmazdı çocukları henüz küçüklerdi.
İleride büyüyecekler, büyüdükce sorunları ve masrafları artacaktı. Oracıkta
kararını verdi, o yaz çalışıp ünversite sınavlarına girecekti, kendinden emindi
mutlaka kazanmalıydı. Çıtayı yükseltmenin içinde, bulunduğu bu dar kalıptan
kurtulmanın yegane yolu buydu. O başka bir iş bilmezdi en iyisi bulunduğu
konumdaki rolünü değiştirmek olacaktı. Bunun içinde tek çıkar yol yüksek
eğitimdi. Bu kötü inşaat deneyimi sanki Mahir Hocanın gelecekten haber veren
yıldız falının ruyası gibiydi. Hayatının planladığı gibi gitmediğinin o da
farkındaydı, hemde uzun zamandır. Bir kaç günlük inşaat denemesinde yaşadı kaza
sanki hayatının akışını değiştirmesi için önemli bir tesadüftü.
Hastanede
yattığı süre içersinde ufkunda farklı ve bir çok pencere açılmıştı. Hangi
pencereden bakarsa baksın hepsinde aynı şeyi görüyürdu. Eğitimine devam ederek
farklı bir alana kayarak yeni bir kariyer edinmeliydi, buda onun yapamayacağı
bir şey değildi. Bütün bunları düşünürken hastane odası öyle bir sessizliğe
gömülmüştüki sadece kırık olan kaburgalarının ağrısını hissediyordu. Ancak bu
tek kişilik odada almış olduğu kararlar onu öylesine mutlu etmiştiki,
kemiklerine yayılan sancılar bile eskisi kadar canını yakmıyordu. Yine de
kendisini suçlamadan geçemiyordu, ne işin var senin inşaatta diyordu içinden.
Başka bir ses, vardır bundada bir hayır
diyordu. Öyle heyecanlıydı ki almış olduğu yeni kararlar doktorların
tedavisinden daha çabuk iyileşmesini sağlıyordu. Kısa sürede toparlanmış
iyileşerek taburcu olup evine gitmişti. Fakat öylesine içine kapanmıştıki,
sanki kendisini yeniden inşa edecek düşüncelere kafa yoruyor, bu yaşına gelene
kadar ki zaman diliminin muhasebesini yapıyor, çok enerji harcamasına rağmen
hiç ilerleme kaydetmediğini görüyordu. Geçen bu sürecin ona kazandırdığı sadece
çok sevdiği iki çocuğundan başka bir şey göremiyordu. İmam Hatip Lisesini
bitirdikten sonra ki dönemde hayata atılmasına vesile olan köy imamlığının da
giderek cazibesini kaybettiğini anlamıştı. Cazibesini kaybeden sadece mesleği
değildi. Yalnızlıktan kurtulma adına adeta sığınacak bir liman gibi gördüğü
evliliğide pişmanlıklarla dolu ızdıraba dönmüştü. İçindeki boşluğu hiçbir şeyle
dolduramıyordu, ruhunda iyileşmeyen kocaman bir yara vardı sanki. Doğru insan
yanlış mekanda gibiydi. Acaba bu değişiklik işe yararmı düşüncesiyle naklini
istemek aklından geçsede anında vaz geçiyordu. Nereye gidecektiki bu köyden
alıp başka bir köye vereceklerdi, ne işe yarayacaktı. Onun gayesi küçük
köylerde sıradan bir imam olarak yaşlanmak değildi. O artık nehirleri geçip
okyanuslarda yüzmek istiyordu. Aslında liseyi bitirdikten sonra hukuk eğitimi
almak istemişti fakat özgürlüğüne düşkünlüğü ekonomik zorluklarla birleşince bu
arzusunu yerine getiremedi. Yukarıdada belirttiğim gibi küçük çaplı köy
imamlığına razı olarak kısa yoldan hayata atılmayı tercih etmişti. Şimdi bir
anlamda kendisiyle yüzleşme zamanıydı. Her şeyi aceleye getirerek hem mutsuz
bir evliliğe imza atmış, hemde eğitimine istediği gibi devam edememişti, daha
fazla zaman kaybetmeye niyeti yoktu. Hocanın kararı netleşmişti, ancak bu
kararını ablasıyla paylaşmalıydı, ayrıca geçirdiği kazayıda ablasına
söylememişti, üzülmesin diye. Fakat bu almış olduğu yeni kararı mutlaka
paylaşmalıydı, çünkü ablasının çok sevineceğini biliyordu. Artık iyileşmiş
sayılırdı, kaburgalarında ve sırtında ufak tefek ağrılar vardı ama doktorlar artık çıka bileceğini
söylediğinde bir gün bile orada kalmak istemiyor, bir an önce evine gitmek
istiyordu. Evine geldiğinde ilk okul çocuğu gibi heyecanlıydı. Almış bu olduğu
yeni kararı birileriyle paylaşmak istesede evinde onu anlayacak sevincini
kederini paylaşacak bir eşe sahip değildi. Bir akşam üstü ablasını arayarak
yüksek tahsiline devam edeceğini söylediğinde Kardelen inanılmaz derecede
sevinmişti.
-Aferin
çok yerinde bir karar. Eğitim için hiçbir zaman geç sayılmaz. Ben zaten seni
hiçbir zaman köy imamlığına yakıştıramamıştım, sendeki kapasite daha yüksek yerleri hak ediyor.
-Abla
kardeşin olduğum için galiba beni olduğumdan farklı görüyorsun. Ayrıca imamlık
mesleğini küçük mü görüyorsun?
-Bunun
doğru olmadığını sende biliyorsun, imamlık mesleğine sözüm yok, olamazda. Ne
bileyim dediğim gibi sendeki potansiyel imam olmaktan daha fazlasını hak
ediyor.
-Abla
biliyor musun? Yaşam bize olağan üstü sürprizler hazırlar. Biz bir yana gitmeyi
düşünürken, o belli belirsiz bahanelerle bizi bambaşka yola sokar. Yıllar gelip
geçtikce bütün yaşadıklarımızın yapmamız gerekenlerin anahtarını çıkarıp
önümüze koyar. Artık istediğimiz kapıyı açmak bize kalmıştır. Benim
anahtarımında önüme konması için galiba bu talihsiz kazayı geçirmem
gerekiyormuş. Ayrıca bu kazayı geçirdiğime neredeyse sevinicem, çünkü bana
farklı merceklerden bakmamı sağladı.
Kardelen
kardeşi adına ne kadar sevinsede kendi adına bir o kadar hüzünlenmişti.
Kulaklarıyla kardeşini dinlerken gözlerini ufka dikmiş iç seslerine kulak
kabartıyordu. Onları hiç rahat bırakmıyorlardı Kardelen’i ufacık bir depreşmede
dikili verirlerdi karşısına.
-Canım
kardeşim her şeye rağmen seni kendimden daha şanslı görüyorum. Bazende
düşünmeden edemiyorum herkes öyle yada böyle mutlaka bir bedel ödüyor.
Sanıyorum sen bu bedeli henüz dört aylık bebekken ödedin.Yolun açık olsun
biliyorum başaracaksın. Ayrıca insan kendini sorgulamaya başladığı andan
itibaren nerede olması gerektiğini idarak edip o doğrultuda planlar yapıp
uyguluyor. Ne mutlu sana ki idaallerinin peşinden gidiyorsun. Deminde dediğim
gibi yolun açık olsun.
1991 de bir mektup aldım:
-Abla sana bir dağ köyünden yazıyorum ve sanıyorum bu köylerden sana
yazacağım son mektup olacak. Çünkü birkaç dersim var bu sezon onları verip
Fakülteden mezun olacağım. Yine Diyanete müracaat edeceğim. İnşallah bana
verecekleri bir vazife vardır. Şimdilik yazacaklarım bu kadar. Gelişmelerden
seni haberdar ederim. Hoşça kal.
Söylediği
gibi o yıl hoca hem mezun olmuş, hemde Diyaneyişleri başkanlığı döner sermayede
yeni görevine başlayarak Ankara’ya yerleşmişti.
***
Ebenine,
zorda olsa kişiliği ve davranışları samimiyetten uzak olan dayımı ikna etmeyi
başarmıştı. O anki sevincimi hiçbir şekilde tarif edemezdim. Koşarak eve gelip
müjdeli haberi babaanneme verdim. Sadece kelimelerle değil, sanki bütün vücudumla konuşuyordum.
-Biliyor
musun babaanne, dayım bizi yani Mahir Bebekle beni anama götürmeyi kabul etti.
Bunu
öyle heyecanlı ve sevinçli anlatıyordumki, zavallı babaannem anlamakta
zorlanmış olmalı.
-Hele
biraz yavaş anlat, yok yok tek tek anlat. Anlattıklarından hiçbir şey
anlamıyorum, önce bir otur soluklan. Anlat ,çocuğu yeni uyuttum bilirsin
uyandımı bir daha uyuması zor oluyor.
-Bak
babaanne, hani sen beni ebenineye gönderdin ya, bebeği anama götürelim diye.
-Hee
gönderdim,
-İşte
bende tam onu anlatıyorum. Kazım Dayım razı oldu, yarın bizi anama götürücek.
-Öyle
mi çok şükür dualarım kabul oldu. O zaman hemen kalk, çocuğun eşyalarını
topla,bir çıkın hazırla yarın elin ayağına dolaşmasın.
Her
zamanki köşesine çekilerek, tesbih çekmeye dualarını etmeye başladı. Mahir
Bebek henüz uyanmamıştı, babaannem haklıydı ben şimdiden hazırlanmalıyım.
Ortalık derin bir sessizliğe gömüldü. Güneş batmış, hava kararmaya başlamıştı
ancak bebek hala uyanmamıştı. Bir an vücudumu korkunç bir ürperti sardı, yoksa
bebeğe bir şey mi olmuştu? Neden uyanmıyordu, ortalık neden bu kadar sessizdi.
Ne tavukların, ne horozların nede köpeklerin sesleri çıkmıyordu, sanki
üzerlerine ölü toprağı serpilmişti. En önemlisi de Lalle ile Turan da ortalıkta
görünmüyordu. İşimi bitirip sessizce babaannemin dizinin dibine oturduğumda,
sesim titriyordu konuşmak istiyor, bu sessizliğin nedenini sormak istiyordum.
Hayli geç oldu bebek hala neden uyanmıyor du, babaannem dayıma güvenmediğim her
an vazgeçeceğini düşündüğümü anlayarak, başımı okşayıp üzülme dayın
vazgeçmeyecek o yarın sizi götürecek inşallah. Başımı kaldırıp babaannemin
yüzüne baktım.
-Öyle
değil biliyorum ebenine çok yalvardı, dayım söz verdi yarın bizi götürecektir.
-Ben
ondan üzgün değilim, ortalık neden bu kadar sessiz yoksa bebeğe bir şey mi oldu
ondan tedirginim. Demin yanına gittim sanki hiç nefes almıyordu. Yok yok bebek
uyuyor bir şey olmadı, ama her an olabilir, ayrıca zavallının nefes alacak
gücümü kaldı. Eee anlat hele ninen nasıl razı etti dayını, ne zaman
gideceksiniz? Söyledim ya babaanne yarın erkenden gidiyoruz, ben her şeyini
hazırladım. Peki babaanne Lalle ile Turan’da ortalıkta gözükmüyor yoksa onlarda
mı hastalandı? Yok canım Lalle’nin de ilaçlarını verdim bir şeyi yok. Turan’da
yaramazlıklarından yorulmuş olacak ki, oda Lalle’nin yanında uyuya kalmış,
merak edilecek bir şey bir şey yok, çok şükür.
Ertesi
gün evimize çok yakın olan köy çeşmesinde erkenden dayımı beklerken birden
karşımda görünce epeyce şaşırdım, bir o kadarda sevindim, çünkü böylesi
sorumluluk duygusu dayımdan beklenen bir şey değildi. Dayımı görünce yüzüme bir
tebessüm yayılmış olmalı ki, dayım da karşılık vererek ne o şaşırdın mı
erkenden gelişime? Yok dayı nereden çıkardın sadece çabuk gideceğimiz için
sevindim.
- Hadi hadi zaman kaybetmeyelim,
yürüyecek çok yolumuz var.
-Tamam dayı o halde gidelim. Sen
biraz taşı bebeği yorulunca ben de sana yardım ederim. Neden bilinmez
kucağımdaki bebeğin yüzünü açıp baktı ve çok şaşırmış gibi yüzü adeta şekilden
şekile girdi, bir an gene çok korktum bizi götürmekten vaz geçecek diye.
Endişeli bir ses tonuyla, ne oldu dayı, neyin var yüzün kireç gibi oldu. Dayım
sanki geçici bir şuur kaybı yaşıyorcasına beni duymuyor kendi kendine konuşuyor
gibiydi. Yahu bu çocuk ölmek üzere anasına götürene kadar ölmese bari, diyerek
tekrar yüzünü kapattı.Dayım önde, ben arkada köyümüzün taşlı topraklı
yollarında ilerlemeye başladık. Epeyce uzak olan komşu köye kadar yürüyecektik.
Oradaki yoldan gececek her hangi bir vasıta bulacağımızı umut ediyorduk, şayet
binecek bir şey bulamazsak, şehir merkezine kadar yürümemiz gerekecekti, buda
ancak ertesi gün varacağımız yere varmamız demekti. Üç saatlik yürüyüşten sonra
nihayet komşu köye varabildik. Fakat öyle yorulmuştum ki adım atacak halim
kalmamıştı, çokta susamıştım. Dayım yüzüme bakıp yoruldun değilmi?dedi. Evet
yoruldum vede çok susadım. Az kaldı ilerde köy meydanında bir kara çeşme var,
hem su içer, hemde araba beklerken dinlenirsin, dedi. Dayımın söylediği gibi
birkaç dakika yürüdükten sonra köy çeşmesine vardık. Şarıl şarıl akan, kocaman
çeşmesi olan birde zincire bağlı maşraba koymuşlardı. Dayım bebeği kucağına
alarak, hem su içmeme hemde elimi yüzümü
yıkayıp biraz olsun rahatlamama yardımcı oldu.
Sanıyorum hissettiğimden daha fazla yorulmuş ve susamıştım ki kana kana
içmeme rağmen hala göözüm doymamıştı. Dayım her nasılsa beni anlamıştı,
Kardelen hala gözün suda, biraz bekle daha sonra yavaş yavaş gene içersin.
Hastalanırsın bu çöllerde birde seninle uğraşmayayım, dedi. Şimdi bebeği sen al
bende hem yüzümü yıkıyayım, hemde biraz su içeyim. Daha sonra bekleyelim,
İnşallah dört tekerlekli bir şey gelirde bizide alır. Çeşmenin önündeki beton
mazgalın üstüne oturup beklemeye başladık. Bu arada hiçbir şeyden haberdar
olmayan iki dünya arasındaki bir boşlukta bekleyen Mahir bebekte varlığını
hissettirmek istercesine kucağımdaki çıkının içinden kımıldamaya başladı.
Acıkmıştır düşüncesiyle yanımda götürdüğüm ucunda plastik emzik olan süt
şişesini ağzına verdim. Fersizleşen dudakları yavaş yavaş kımıldayarak emziği
çekiştirmeye başladı. Çok sevinmiştim en azından midesine birşeyler giderse
yaşama direnci artar düşüncesindeydim. İnanıyordum Allah yardım edecekti bu
zavallı bebeğe, anasına götürecektik. Mahir bebek ağzındaki plastik emziği
biraz çekiştirdikten sonra tekrar uykuya daldı. Dayımın yüzüne bakmaya
çekiniyordum, çünkü dayım sinirlenmiş
beklemek canını sıkmış olmalıki yüzüne sanki kara bulutlar çöreklenmişti.
Sürekli arabaların geleceği güzergaha bakıyor, oflayip pufluyordu. Dayım
haklıydı yürüyerek gitmemiz imkansız görünüyordu. Bizim köyle komşu köye gelene
kadar bu kadar yorulmuşken, şehir merkezine nasıl gidebilirizki. Ben beton
mazgalın üstünde küçük bir bohçayı andıran bebek kucağımda, dayım ise ayak üstü
bekliyorduk. Ayrıca o köyüde ilk kez görüyordum. Bizim köy ile komşu köy
arasında bir fark olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Su almaya gelen
kadınlar, hayvanlarını sulamaya gelen adamlar, okula giden çocuklar görüyordum.
Hareketlilik ve türkce konuşan insanlar çocuklar, en önemlisi okula giden kız
çocukları görüyordum. Bizim köye hiç benzemiyordu, en çok ilgimi çeken ise kız
erkek ayırt etmeksizin bütün çocuklar hep beraber okula gidiyorlardı. Çok tuhaf
üç saat yürüyüş mesafesindeki komşu köy nasıl olurda bu kadar farklı olurdu
aklıma sığdıramıyordum, ben kendi dünyamda bunları düşünürken, dayım hala
bostan korkuluğu gibi ayakta dikilmiş bizi şehre götürecek bir vasıta beklerken
sanki onunda kafası karışmışcasına aklının almadığı şeyleri sorgular gibi bir
hali vardı. Dudakları sürekli kımıldıyor sanki beyninde tasarladıkları
dudaklarına dökülüyordu. Öylesine kendi içine dalmıştıki, sanki bu evrende
yapayalnız tek başına kalmışcasına adeta iç muhasebe yapıyor gibiydi. Merak
ediyordum yoksa dayım bizim durumumuzdan dersmi çıkarıyordu, kimbilir belki
bundan sonraki yaşamında horoz dövüştürmek yerine, daha faydalı işler yapar ve
sorumluluklarının bilincine varırdı. Yalnızlık duygusu,merhameti ve sorumluluk
duygusunu azaltıyormuydu yoksa. İnsan yalnızlaşınca mı merhametsiz ve sorumsuz
oluyordu, bunu düşünüyordum.
Çocukken kolay ağlardım,
mutsuzluktan yada şımarıklıktan değildi ağlamam, ağlardım çünkü; anam
tarafından vara yoğa dövülürdüm. Bu durumun yeterli bir sebep bulamazdım. Bir çocuk
bu kadar dövülmek için yada bu kadar dayağı hak edecek ne yapmış olabilirdi. Şu
an dayımın güzel bir söz söyleyerek içimi aydınlatmasını öyle çok istiyordum
ki, babaannemin sürekli söylediği bir söz vardı. ‘’Bazı sözler vardır, gecenin
karanlığından daha karanlıktır. Bazı sözler ise gündüzün aydınlığından daha
aydınlıktır.’’ Dayımın düşüncelerini bölercesine, oturduğum betondan kalkıp
ayakta duran dayımın yanına yaklaşıp yüzüne baktım. O bizi bile unutmuşcasına
dalgındı. Dayı biz ne zaman gideceğiz, saatlerdir bekliyoruz ben çok yoruldum,
uykumda geldi. Bu sözleri birkaç kez tekrar ettikten sonra ancak sesimi dayıma
duyurabildim.
-
Merak etme eli kulağındadır birazdan mutlaka dört tekerlekli bir şey geçer
elbet, bizi de alır şehre kadar götürür . Kışın buralardan pek kimseler geçmez
ama şimdi tam mevsimidir, şehre mutlaka ot, saman, tahıl satmaya giderler,
sadece biraz sabırlı ol bu gece mutlaka şehre varacağız.
Dayımın
sözleri beni biraz olsun rahatlatmıştı ama gözleri yeniden uzaklara daldı.
Sanki kendi geçmiş hatıralarının hucumuna uğramıştı. Sesli düşünceleri etraftan
duyulacak kadar net ve anlaşılırdı. Sendeleyerek yürüyen yaşlı kadının
karşısında ağlardım. Sineklerin bedenini esir aldığı uyuz kedinin yaşadıklarına
dayanamaz, hıçkırıklara boğularak ağlardım. Bu abartılı duyarlılığım yüzünden
utanarak çevreme baktığımda kimsenin böyle duyarlı ve gördüğü her şeye salya
sümük ağladığını, böyle gözyaşı dökmediğini görünce utancın yanı sıra
olağanüstü bir yalnızlık hissederdim. Bazen de yalnızlığımı içime gömerek
günlerce dışarı çıkmazdım. Beni ortalıkta göremeyen arkadaşlarım merak edip
ziyaretime geldiklerinde anneme söyledikleri sözler hala kulaklarımda çınlıyor.
-Başka
nasıl olmasını bekliyordun ki ebenine. Böyle bir babayla büyüyen bir çocuğun
diğer çocuklar gibi olmasını bekleyemezdin. Öyle değil mi?
Dayımın
dalgın ve sesli düşünceleri beni dehşete düşürdü. Demek ki oda tıpkı benim gibi
şiddet kültüründe büyümüştü. Bu benim hiç mi hiç duymayı bekledğim bir şey
değildi. Vah zavallı dayım meğer ne kadarda ortak yanımız varmış. Onun babası
benim ise annem şiddet eylimliymiş.
Karşıdan
gelen ot yüklü bir öküz arabasının görünmesiyle, dayım hayal aleminden sıyrılıp
heyecanla birkaç adım atarak elini kaldırıp, arabacının dikkatini çekmiş
durmasını sağlamıştı.
Arabacı
yüksek sesle; hoo! diyerek öküzleri durdurdu. Ancak yüzüne yayılan şaşkın
ifadeye engel olamadı. Belkide o ana kadar bizim gibi yolculara
raslamadığındandı şaşkınlığı. Yanımıza yaklaştığında şaşkınlığı bir kat daha
arttığı gözden kaçmıyordu. Arabacı kadar bizde endişeliydik, ya bizi almazsa
arabasına. Bu endişeler içimden geçsede dışa yansıtmaya özen gösteriyor,dayımla
arabacı arasında geçen konuşmayı dinliyordum. Adam dayıma yaklaşarak yumuşak
bir sesle,
-Buyur
gardaş, nedir derdiniz, beni neden durdurdunuz? Ne diyecekseniz deyin gitmem
gerekiyor, daha bir dünya yolum var.
Dayım
bakışlarını arabacının üzerinde yoğunlaştırarak, hiç tarzı olmayan bir
ifadeyle.
-Şey
gardaş biz şehre gideceğizde yani diyorum ki bizide alır mısın arabana?
Saatlerdir bekliyoruz. Öteki köyden geldik küçük ve hasta bebekte var, bu
kızcağızda çok yoruldu anlayacanız bize yardım etmeni istiyoruz, edecek misin
bizi götüreceksin değil mi? Dediğim gibi bu bebek çok hasta belkide ölmek üzere
onu anasına bir an önce götürmemiz lazım.
Arabacı
elleriyle çenesini oğuşturarak meraklı bakışlarını dayımın üzerinde
yoğunlaştırdı.
-Anası
nerde ki? Neden el kadar çocuğu bırakıp gitmiş yoksa hapiste falan mı?
Dayımın
kafasına kalabalık cinleri hucum etmiş olsada, sakin davranmaya çalışıyordu,
çünkü arabacının meraklı sorularına cevap vermekten başka şansı yoktu. Bir
şekilde bu arabayla şehir merkezine gitmemiz gerekiyordu.
-Bak
gardaş, anası hapiste filan değil, ayrıca bu çok uzun bir hikaye, merak etmene
luzum yok.Sen sadece insanlık adına bizi şehre götür, gerisini boşver.
Arabacı
dayımı dinlerken adımlarını geri geri çekiyordu. Mevsim son bahardı kış yüzünü
gösteriyordu, konuştukça ağzımızdan buhar bulutcukları yükseliyordu. Arabacı
acıyan bakışlarını bana ve kucağımdaki küçücük bir bohçayı andıran bebeğe
çevirerek.
-Ne yapsak
bilmem ki bu soğukta da daha fazla bekleyemezsiniz. Gördüğünüz gibi bu araba ot
yüklü ancak, ot yığınının tepesinde gidebilirsiniz. Hep birlikte şafakla şehre
varırız sanıyorum.
Kardelen
o kadar sevinçliydi ki adamın sözünü bitirmesine fırsat vermeden araya girdi.
-Gideriz,
gideriz amca siz merak etmeyin. Hiçbir zararımız dokunmaz size.
Adam
hade öyleyse dercesine başını sallayarak, eğilip Kardelen’in kucağındaki bebeği
aldı. Kardelen dayısının yardımıyla ot yığınının tepesine çıkınca, arabacı
nedendir bilinmez çocuğun yüzünü açıp bakma ihtiyacı hissetti. Ancak çocuğun
yüzüne bakarken, yüzündeki yumuşak ifadenin yerini tuhaf itici bir ifade
almıştı. Sanki yüzüne baktığı masum savunmasız bir bebek değil de, bulaşıcı
hastalık taşıyan bir varlıktı. Dayıma dönerek.
-Bu
çocuk ne kadar zayıf yoksa kolera mı oldu? Diyerek endişesini dile getirdi.
-Yok
canım kolera filan değil sadece anasından ayrı kalınca zayıf düştü, bizde onun
için bu sıkıntıyı çekiyoruz bir an önce anasına kavuşturalımda belki iyileşir.
Arabacı
haksız sayılmazdı o sene kulaktan kulağa yayılan kolera salgını söylentileri
vardı. O yüzden insanlar hasta, zayıf birini görseler anında kolera hastalığını
yakıştırıyorlardı. Arabacının bu yakıştırması Kardelen’in de hoşuna gitmemişti.
-Yok
amca, Allah korusun nerden çıkardın kolerayı, çocuk anasından ayrı kalınca
bakımsızlıktan böyle zayıfladı. Dayımında dediği gibi bizde onu anasına
götürüyoruz.
Arabacının
yüzüne acı bir tabessüm yayıldı ikna olmuşcasına eee hadi gidelim. Bu hasta bebekle ot yüklü arabaya
gide bilirsen bende sizi ot pazarına kadar götürürüm oradan ötesi beni
ilgilendirmez. Bir an evvel bu otu satıp akşam üzeri evime dönmem gerekiyor.
Dayı:
-Tamam
sen bizi oraya kadar götür, biz başımızın çaresine bakarız.
Daha sonra arabacı bebeği kucağıma
vererek.
-Dayınla
ben öküzlerin boyunduruğunda gideriz. Her hangi bir aksilik çıkmazsa sabaha
karşı varırız ot pazarına.
Arabacı
öküzlere hoo diyerek yoluna devam etti. Şehre gideceğimize neredeyse bütün
inancımı kaybetmişken çok şükür gidiyoruz. Ara ara bebeğin yüzünü açıp nefes
alıp almadığını kontrol ediyordum. Sanki oda anasına gideceğini hissetmişcesine
adeta direniyordu. Derin bir uykuya dalmıştı, zayıfta olsa göğüs kafesi inip
kalkıyordu. Gidene kadar başına bir şey gelmesin diye dua ediyordum.
Hava
iyice kararmıştı Kardelen otların üzerine uzanmış bakışlarını kapkara gökyüzüne
odaklamıştı. İçinden annesine seslenerek bir anlamda kendi geleceğinin
planlarını anlatıyordu. Bize neden bu çileyi çektiriyorsun bilmiyorum ama, ben
bir gün anne olursam senin gibi bir anne olmayacağımdan emin olabilirsin. Oysa
düşüncelerinin arka planında gökyüzüne adeta haykırıyordu, nasıl yapabildin
bunu, kediler bile yavrularını ağızlarında bir yerden bir yere taşırken, sende
bir kedinin bile şefkati yok ki, sudan sebeplerden dolayı bizleri, en
önemliside bu el kadar bebeği bırakıp gittin. Bu yetmezmiş gibi bir haber
gönderip bebeği dahi aldırmadın yanına, anlamıyorum keşke bütün bu sorulara
cevap verecek cesaretin olsaydı. Biliyorum, bu düşüncelerimi duysan mutlaka
kemiklerimi kırardın. Çünkü hayatta sevgiye, şefkate ve insanlığa dair bildiğin
tek şey, dövmek ve aşşağılayıcı terbiye sınırlarını aşan sözler söylemekti.
Gökyüzü
kararmıştı yıldızlar gözükmüyor yağmur çiselemeye başladı. Hay Allah birde
ıslanırsak ne yaparız, yanımızada korunacak hiçbir şey almamıştık. Kapkara
bulutlarla kaplı gökyüzü ve uzaklardan gelen gök gürültüsünün sesi sağnak
yağmurunun en büyük habercisiydi. Kardelen bebeğin başı dışarıda kalacak
şekilde üzerinde oturduğu otlardan derin bir çukur açarak, bebeği adeta o
çukura gömdü. Yeniden başını gökyüzüne kaldırıp, kesik kesik düşen damlaların
yüzünü dövmesine izin verdi. Ara sıra arabacının öküzlere hoo diye seslendiğini
duyuyordu. Adam ne kadar bağarsada adı üstünde öküz arabası yavaşta olsa
güçlerinin yettiği kadar yol alıyorlardı. Her şeye rağmen araba yol aldıkça
içime inanılmaz bir huzur yayılıyordu. İçimden bir ses artık hiçbir şeyin
eskisi gibi olmayacağını söylüyordu. Bende sanki bu sese güvenerek çektiğimiz
çilenin biteceğine inanıyordum.
Diğer
yandan aklım köydekilerde kalmıştı, zavallı babaannem ne yapıyordu acaba.
Lalle’nin ilaçlarını vermiş midir? Turan’ın yaramazlıklarıyla nasıl başa
çıkıyordur acaba? Araba ilerledikçe gökyüzündeki kara bulutlar dağılıyor yerine
yıldızlarla süslenmiş berrak bir gökyüzü görünüyordu. Sanıyorum şafak sökmek
üzereydi. Yarabbi sen nelere kadirsin, birkaç saat önceki gökyüzüyle şu anki
gökyüzünü kıyaslamak birbirine benzetmek ne mümkündü. Şu hale bak elimi uzatsam
sanki yıldızları yakalayacakmışım gibi. Onlarda beni görüyor hatta
düşüncelerimi biliyorlardı. Kim bilir yaşadıklarımı biliyor, belki bana yardım
etmek bile istiyorlardı. Yada bana acıyorlardı, yada ben kendime acıdığımdan
öyle hissediyordum. Yaşım küçüktü ama
yaşadıklarım belki de vaktinden
evvel büyümemi sağlamıştı. Sanki aklım ikiye bölünmüş demek daha doğru
olacak. Bir tarafı çocukca düşünüyor çocuklar gibi yaşamak istiyor, diğer taraf
ise büyük insanlar gibi düşünüyor onların yaptığı sorumsuzlukları
kabullenemiyordu. Yıldızlar parlasa da henüz şafak sökmemişti, gecenin
sessizliğine Mahir Bebeğin sessizliği eşlik etsede, uzaklardan gelen kuş
sesleri derinden gelen bir melodi gibi tatlı bir huzur veriyordu.
Göz kapaklarım ağırlaşmış adeta isyan
edercesine dinlenmek istesede uyumaya korkuyordum, ya çocuğa bir şey olursa, ya
farkına varmadan üzerine yatarsam. Allah muhafaza ben o zaman ne yaparım anam
bırakıp gitti bende ölümüne sebebiyet vermekten ölürüm herhalde. Yok yok bunu
yapamam birazdan ortalık aydınlanır bizde iner gideriz. Değil kuşların bütün yabani hayvanların
sesleri birleşip müzik şöleni verseler genede uyumam. Uyumam desemde kısa bir
süre sonra gözlerim ve bedenim daha fazla direnememiş olmalı ki, kucağımda
bebekle uyuya kalmıştım. Arada
çalıların orama burama battığını hissetsemde
aldırmıyor, yarı uyur yarı uyanık olmaya devam ediyordum. Bu durum ne kadar
sürdü bilmiyorum, uyandığımda artık yıldızlar görünmüyor, gökyüzü masmavi
çarşaf gibi üstümüzü örtüyordu. Araba pazarına varmıştık, arabacı inmemiz
gerektiğini söylüyordu. Dayımın yardımıyla ot arabasının üstünden indim
inmesine ama yol çilemiz henüz bitmişe benzemiyordu, ayrıca dayımın
uykusuzluktan adeta gözleri kapanıyordu ayakta duracak hali kalmamıştı. Uykusuz
geçen bir gecenin ardından hayli yorgun görünen dayımın, oflayıp poflamalarına
aldırmıyordum. Buraya kadar gelebildi isek gerisi gelecekti nasılsa. Ben dayıma
ve yaşadığımız her şeye rağmen memnundum
halimden. Bu hasta bebeği anasına kavuşturacak,
sonrada köyüme dönecektim. Çünkü aklımın
yarısı evdeki kardeşlerimde ve baba annemde kalmıştı.
Ot pazarından ayrılarak gene yürümeye
başladık. Dayım önde ben ve bebek arkada tozlu topraklı şehrin kenar
semtlerinden anamın dayısının yaşadığı eve gidiyorduk. Sabahtan kuşluk vaktine
kadar yürüdük ama hala gideceğimiz eve varamamıştık. Dayım o kadar sinirliydi
ki, korkudan daha ne kadar yürüyeceğimizi soramıyordum. Fakat içim kıpır kıpır
umut doluydu, nasıl olsa çoğu gitmiş azı kalmıştı. Tek endişem Mahir Bebeğin
acıkmış olmasıydı. Köyden aldığım süt bitmişti, Mahir Bebek bu kadar dayandıysa
kısa bir süre daha dayanması için dua ediyordum. Bir anda babaannemin sözleri
geldi aklıma.
-Hiç bir şey sürekli değil her gecenin mutlaka
bir sabahı vardır.
Mahir
Bebeğinde artık karanlık geceleri ve çilesi bitecekti. Kim bilir belki bir gün
benimde çilem biter. Sekiz yaşımdan beri beni saran zincirlerin tıkırtısının
kimi zaman etime battığını, kimi zamanda kendiliğinden eriyerek buhar olup
havaya karıştığını hissediyorum, tıpkı şu an olduğu gibi. Diğer yandan endişem
yok değildi, acaba anam beni nasıl karşılayacaktı. Ya bebeği kucağıma verip
geri gönderirse. Bir başka düşüncede şöyle diyordu. Yok canım, o kadar da zalim
ve cani olamaz. Ölmek üzere olan el kadar bebeğine sahip çıkmaz mı, olsa olsa
çenesinin lastiği gevşemiş olur, kendisiyle alakalı ardı arkası kesilmeyen
sorular sormaya başlar.
Kim ne
yapıyor, onun hakkında ne dediler, ne konuşuyolar hepsini tek tek soracaktır. O
bizi terk ettikten sonra biz neler yaşadık onun umurunda bile değildir. Her şeye
rağmen yeter ki bebeği kucağıma verip beni geri yollamasın, bu bana yeter.
Neredeyse
öğlen olacaktı biz hala yürüyorduk. İlk kez görmüş olduğum şehrin gürültüsünde
yorgunluğuma eklenince iyice perişan olmuştum. Dayımın hiç sesi çıkmıyordu ama
halime acımış olmalı ki arada bir çocuğu kucağımdan alıp biraz nefes almamı
sağlıyordu. Daha ne kadar kaldı demeye çekiniyordum ki dayım ;
-Az
kaldı biraz daha dayan şu görünen tepeyi aştık mı geldik demektir. Dedi.
Sevineyim
mi üzüleyim mi bilemedim, zaten ne sevinecek nede üzülecek halim kalmamıştı ya.
Ayrıca dayımın tepe diye gösterdiği nokta şehirle hiç alakası olmayan bağımsız
bir çöle benziyordu. Birden babaannemin anlattığı masallar geldi aklıma.
Masalın ortalarında kahramanlar bir yerden başka bir yere giderlerken az gitmiş
uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş arkasına dönüp baktığında bir arpa boyu yol
gittiğini görmüş. O günkü aklımla arpanın boyunu hesaplıyordum. Sonunda şu
kanaate varıyordum, bu kahramanlar bu kadar yol yürüyüp de bir arpa boyu yol
yürüyorsa, bin yıl bile yürüse varacağa yere varması çok zordu. Birde şu
halimize bakıyorum da o masal kahramanları gibi iki gündür yoldayız hala
gideceğimiz yere varamamışız.
Anamın
yaşadığı eve vardığımızda vakit öğleni çok geçiyordu, elbette anamın normal bir
ana şefkatiyle bizi kucaklayacağını beklemiyordum. Ne yalan söyleyeyim bu
kadarda duyarsız ve bencil davranmasını ummuyordum. En azından bebeğe karşı
biraz özlem duymuş olması gerektiğini düşünmeden edemiyordum. Biz içeri
girdiğimizde yorgunluktan ve açlıktan bayılmak üzereydik. Anamın sakat olan
dayısının karısı bizi karşıladı, bebeği kucağımdan alıp anama doğru götürse de,
anam aynanın karşısında oturmuş arkası bize dönük beline kadar inen saçlarını
taramakla meşkuldü. Bir kez daha anladım ki anamın nazarında bir kedi yavrusu
kadar değerimiz yoktu. O yeni ergenliğe giren bir genç kız gibi kendi aleminde
yaşıyordu. Doğru dürüst yüzümüze bile bakmadığı gibi, arkası dönük olduğu halde
bana sorular sormaya başladı. Yukarıda da belirttiğim gibi, evdekiler ne
yapıyor, benim hakkımda ne konuşuyorlar, sizi buraya kim gönderdi… Gibi sorular
sormaya devam ediyordu. Yani onun derdi ne ölmek üzere olan çocuğu nede iki
gündür yollar da perişan olan biz değildik. Her zaman olduğu gibi o gene
kendini düşünüyordu. Neyse ki dayısının karısı bizimle ilgilendi.
-Siz
yoldan geldiniz şimdi acıkmışsınızdır.
Diyerek
bebeği kucağımdan alıp bir kenara yatırdı. Daha sonra kocasının dilencilikten
topladığı kurumuş bayat ekmek kırıntılarını bir baş kuru soğanla birer bardak
su getirip önümüze koydu.
-Kusura
bakmayın şimdilik bunlardan başka size ikram edecek bir şeyimiz yok. Akşama
kalırsanız hep beraber yemek yeriz.
Dedi.
Oysa biz o kadar acıkmıştık ki soğan ekmek
her türlü yemekten daha lezzetli gelmişti bize. Dayım pek fazla bir şey
yemediği gibi, bir an önce buradan gidelim der gibi yüzüme bakıyordu.
-Nasıl
gideriz dayı, ben yorgunluktan ve uykusuzluktan ölmek üzereyim hiç olmazsa bu
geceyi burada geçirelim.
Dedim
fısıltılı sözcüklerle. Anlaşılan dayımın değil bir gece bir saat bile burada
durmaya tahammülü yok gibiydi.
-Etrafa
belli etmeden ekmeğini ye,gecede olsa biran önce buradan gidelim. Hem korkma
geri dönmemiz gelirken olduğu gibi zor olmaz. Çünkü ot arabalarının hepsi boş
dönüyor mutlaka birisi bizi götürür. Araba boş olunca sende rahatça uyursun.
Hadi sana ne diyorsam onu yap.
Dayımın sözünü tutmaktan başka şansım
yoktu.Mahir Bebeği annesinin buz parçalarından kopmuş kollarına bırakıp aynı
gün döndük. Ancak bir türlü aklımı toparlıyamıyordum. Geri dönüş yolundaydık
ama aklım bebekte kalmıştı. Anamın memelerindeki süt bitmişti, o zavallıyı
nasıl besleyecekti? İyi beslenmezse nasıl iyileşecekti? Bunları düşünmeden
edemiyordum. Yinede aklımın bir bölümünün iyi olacağını söylemesi beni
rahatlatıyordu.
Bu
sefer araba boş olduğundan dayımla birlikte arabaya binmiştim. Ancak öküz arabası boş olunca daha fazla
tangur tungur sesler çıkartıyordu. Her şeye rağmen ikimizde rahatlamış
görünüyorduk. Dayımın yüzüne hayatı boyunca ilk kez faydalı bir iş yapmanın
huzuru yayılmıştı.
Kardelen on yaşındaki bir çocuk gibi değilde
çok şey yaşamış tecrübeli bir insan gibi düşünüyordu her şeyi. Karşılaştığı
sorun ne olursa olsun, mutlaka bir çözüm
bulup o sorunu hal yoluna koyardı. Bazen de kendi içine dönerek kendine
acırcasına içli içli yöresel şarkıları söylerdi. ‘’kara bahtım kör talihim,
taşa bassam iz olur’’ bu şarkıyı mırıldanırken gözlerinin buğulanmasına engel
olamıyor, inci taneleri gibi yaşların akmasına izin veriyordu. Her fırsatta
mırıldandığı bu şarkıyla özdeşleşmiş, bir anlamda buda kaderse buna razı olup
teselli buluyordu.
***
Hoca’nın
Paris teki Türk Fedarasyonu Merkezinden istediği nakil beklediğinden erken
gelmişti. Hoca’yı Parise çağırıyorlardı. Bundan sonraki vazifesine orada devam
edecekti. Hoca’nın istediği olmuştu olmasına ama memnuniyetle memnuniyetsizlik
arasında bir duygu yaşıyordu. Ruhunu tanımlayamadığı garip bir heyecan
sarmıştı. Bütün benliğini adeta esir alan bu heyecanını tanımlamaya çalışsa da
nafile tanımlayamıyordu. Şimdi ne olacaktı, bir hafta içinde Paris’teki yeni görevine
başlaması bekleniyordu. Bir yandan hazırlanıyor, diğer yandan karma karışık bir
ruh hali içindeydi. Senelerdir bir anlamda bütünleştiği cami cemaatini bırakıp
gidecekti. Öteyandan yeni bir şehir, yeni insanlar onlarla tanışmak kaynaşmak
hayli zaman alacaktı. Bir başka tarafta yüreğini belkide bütün benliğini
Strazburg’da yani Dilemma’da bırakıp gidiyordu. Üstelik yaşamını paramparça
eden bu kadını hiç tanımıyordu. Tanışmalarının üzerinden bir sene geçsede
Dilemma hakkında bildiği tek şey Türk oluşu ve ikisininde aynı şehirde yaşıyor
olmalarıydı. Kişilikleri, yaşam biçimleri, medeni halleri, sosyal konumları ise
gece ve gündüz kadar farklıydı. Dilemma başına buyruk bildiğinden şaşmayan her
zaman burnunun dikine giden bir yapıya sahipken, hocanın da ondan kalır bir
yanı yoktu. Oda kendi alanında sert hatta aksi denecek kadar otoriterdi. Kısaca
su ile petrol kadar zıt olan bu iki insan normal şartlarda belkide hiçbir
konuda anlaşmaları imkansızken, şimdi ilerlemiş yaşlarına rağmen onsekizlik
gençler gibi kalpleri birbirleri için çarpan iki sevdalı olmuş aşk ateşiyle
yanıp tutuşuyorlardı. Hocanın beyni sanki birkaç parçaya bölünmüş gibiydi. Her
parçadan farklı sesler çıkıyordu. Hoca handi sese kulak vereceğini bilememenin
çaresizliğini yaşıyordu. Bazende çocukca duygulara kapılarak kendini
koruyabileceğini düşünsede aşk’tan korunmanın hiçbir yolu olmadığınında
bilincindeydi. Şunuda biliyordu ki hayatın çizgileri her zaman düz gitmiyor,
bazende rotayı şaşırarak iniş çıkışlar yaşanıyordu.
Yaşamının
kısa bir dönem içinde geçen zaman dilimini gözden geçirdiğinde şunu görüyordu,
kendi halinde düz bir yolda yürürken Dilemma’nın aşkı, ömrünün durağan akan
nehrine gaib den düşen bir kaya parçası misali inerek, Hoca’yı sarsıp
silkeleyip darmadağan etmişti. Hoca bu duruma farklı anlamlar arasada, bunun
adı zapt edilmez, zincire vurulamaz en azgın sözcük gene aşk’tı. Ne kadar
kaçarsa kaçsın hatta dünyanın en ücra köşesine dahi gitse o artık kalbine ve
bir anlamda yaşamına girmişti. Her şeye egemen olacak bütün zorluklara direnecek
bir güce ve enerjiye sahip hissediyordu. Artık eski çekingenliğini biraz daha
yenmiş görünmekteydi. Onu görenler gözlerindeki ışıltıya bir anlam yüklemekte
zorluk çekmekteydiler. O çatık kaşlı, sert bakışlı aksi hoca gitmiş, yerine
yumuşak gözlerinin içi gülen, yüzüne bahar güneşinin aydınlığı yayılmış bir
başka insan gelmişti. Bedeni Paris’e gitmek istede ruhu Strazburg’da Dilemma’da
geziniyordu. O dünyanın neresine giderse gitsin Dilemma’dan kopmayı düşünmek
bile istemiyordu. Hoca’nın içindeki duygular öylesine parçalanmıştı ki kendi
içlerinde çelişiyorlardı.Peki bu kaçış nedendi? Madem Dilemma’dan kopamıyordu
neden kaçıyordu.? Aşka eyvallahtı fakat yanlıştı.
Mahir
Hoca Paris’teki görevine başlamıştı başlamasına ancak henüz ruhunun huzura
kavuştuğu söylenemezdi. Gelişinin ilk haftasını oradaki cemaati ve çevreyi
tanımakla geçirmişti. Paris onun için yepyeni bir deneyim olacaktı. Yeni bir
çevre ,yeni insanlar ve buradaki cemaatle tanışması kaynaşması, hayli zaman
alacağa benziyordu. O bunun bilincindeydi, alışık olmadığı bir durum değildi,
neticede onun işi buydu uzun yıllardır avrupanın bir ucundan diğer ucuna
savrulup duruyordu, asla şikayetçi değildi ancak hayatının can suyu olduğuna
inandığı ölesiye sevdiği Dilemma’nın yokluğuna nasıl dayanacaktı. İşte o
noktada tıkanıyor eli kolu tutmaz oluyordu. Bir gün sabah namazını kıldırmak
üzere uyandı, saçı başı dağanık hiç alışık olmadığı pejmurde bir haldeydi. Bir
kaç gündür tarzının dışında yoğun tempoyla çalışıyordu. Bir yanda yeni bir
düzen kurmaya çalışırken hepsinden önemlisi gönül yorgunluğu vardı. Uyku düzeni
bozulmuş, geç saatlere kadar uyuyamadığından vucudunun ritmi şaşmıştı. Bütün bu
kargaşa içinde belki Dilemma’dan bir mesaj gelirdiye bir an olsun gözünü
sürekli açık bıraktığı bilgisayardan ayıramıyordu. Paris’e gelmesi bir kaçış
olsa da belli ki hoca umutla Dilemma’nın aramasını bekliyordu.
Yaramaz
bir çocuğun masumiyetiyle banyonun kapısını açıp aynaya baktı, berbat
görünüyordu. Bu kadar zayıflığı kabullenecek yapıda değildi. Toparlanmak lazım
diye geçirdi içinden. Vazife kutsaldır, kimse kimsenin ruhunu anlayamazdı,
anlamalarıda gerekmezdi. Çünkü onun bir duruşu vardı, buna sadık kalmalıydı.
Duş alıp aşşağıya mescide indi. Sabah namazına gelen cemaati beklemeye başladı.
Ne kadar dirensede enerjisi son derece düşüktü. Gönlü bu kadar yaralıyken,
özgüveni bu denli örselenmişken, buradaki insanlara ne derece faydalı
olacağından doğrusu pek emin değildi. Ancak ne olursa olsun direnmesi ve bir
şekilde normale dönmesi gerektiğinide göz ardı edemezdi. Dilemma’nın sürekli
söylediği sözü hatırladı ‘zaman her şeyin ilacıdır’. Her şeyin ilacı olan bu zaman
hocanında bu derdine ilaç olacak mıydı, bekleyip görmek lazımdı. Dediğim gibi
onun şimdi toparlanıp, yeni başladığı işine odaklanması gerekiyordu. Camiye
indiğinde biraz daha hafiflemiş hissediyordu en azından yeniden yapması gereken
bir meşkuliyeti vardı. Ancak ister Paris’e gitsin, ister dünyanın diğer bir
ucuna ,aklı fikri Strazburg’da hayatının aşkı yaşama sevincim dediği kadında
kalmıştı.
Günler
haftalar adeta birbirini kovalıyordu. Hoca oralara da, cami cemaatinede
alışmıştı. Fakat Dilemma’sızlığa alışamıyor ve alışamayacaktı. Bazende içinden
bu aşkın muhasebesini yapıyor sonu olamayan geçici bir hastalık olarak
adlandırıyordu. Ancak geçici bir ilişkiden kalıcı bir netice çıkmasını
beklemekte ahmaklıktan başka bir şey değilken, bu ızdıraplı beklenti niye?
Anlaşılan o ki hocanın kafasıda, iç dünyasıda karma karışıktı. Mantığı başka,
duyguları başka şeyler fısıldıyordu kulağına.O, bu düşüncelerle boğuşurken
beyninden vucuduna dalga dalga yayılan Dilemma’nın eksikliği bütün ruhunu ve
bedenini adeta kasıp kavuruyordu.Tıpkı güneşin bulutların arkasına saklanıp
dışa yansıdığındaki sıcaklığın kavurması gibiydi. Düşünceleri paramparçaydı. Ne
dese, ne düşünse nafile. Düşünceler tek başına hiç bir şey ifade etmiyordu.
Onlara anlam katan içlerini doldurup değer yükleyen sevdikleriniz ve davranış
biçimleriydi. Keşke Rabbim bana onun yanında olmam için bir fırsat verse dedi,
ve gözlerini kapatıp başını ve ellerini semaya dikerek yaradandan af ve yardım
diledi.
O
yaşına kadar aşkı tanımayan hoca, meğer henüz ne olduğunu bilmediği bir arzunun
özlemini çekiyormuş. Yaşadığı evlilik hayatı onu kadınlara karşı ön yargılı
düşünmesini sağlamıştı. Ona göre bütün kadınlar art düşünceli, kurnaz, insanı
sinirlendirmekten başka hiçbir işe yaramayan yaratıklardı. Bir yanda karısından
çektiklerinden dolayı kadınlara olan ön yargılı bakış açısı, diğer yanda
Dilemma’ya olan aşkı, bütün yaşadığı olumsuzlukları silip süpürsede, yinede
hocayı kaygılandıran pek çok şey vardı. Bunlardan ilki evliliğine duyduğu
sorumluluk duygusu, bir diğer kaygısı ise bedenen bu aşktan kaçsada ruhen bu
aşkın adeta esiri olmuştu. Bir başka açıdan düşündüğünde ise bu durum yaradanın
bir imtihanı olamlıydı. Bütün bu duygu karmaşalığının arasında Dilemma’ya
hissettiklerinin bindebirini dahi uzun yıllar yaşamını esir alan evliliğinde
hissetmemişti. Hocayla Dilemma’nın aşkları çok uzaklardanda olsa teknoloji
aracılığıyla karşılık buluyordu. Onlar birbirlerinden çok uzaklarda olsalarda
kalpleri birlikte atıyordu.
2008
Paris, hoca Dilemma’dan gelecek e-mail beklediği mesaj gelmeyince dayanamayıp
kendisi yazmaya başladı.
Sevgili
Dilemma,
Hesapsızca
Strazburg’dan ayrıldım. Biliyorsun şimdi Paris’teyim buradaki cemaati ve
çevreyi tanımaya çalışıyorum. Seni çok özledim. Sanki üç ay değilde yıllardır
ayrıyız. Hac dönüşü Türk havalimanında senden ayrılırken içimin burkulduğunu,
sanki ciğerlerimi söküp çıkardığını hissettim. Sana veda bile edemedim,
edemezdim nasıl edebilirdim ki hangi sıfatla veda edecektim. Ancak top yekün
hacılarla birlikte helalleştim. Dilemma, Strazburg’daki küçük evimi, cami
cemaatini en önemliside seni bir daha dünya gözüyle göre bilecek miyim
bilmiyorum. Ne garip tesadüf değil mi. Kainatta tesadüf diye bir şey varsa, oda
bizim kutsal topraklarda tanışıp sevdalanmamız ve aynı kıtanın farklı şehirlerine
savrulmamızdır. Biliyor musun senden kaçtıkca sana yaklaştığımı hissediyorum,
sensiz nefes bile alamıyorum. Strazburg’dan ayrıldığımda artık Dilemma yok
demiştim ,onu göremeyince bir süre sonra unuturum demiştim, ama bir süre sonra
yanıldığımı anladım. Sen yok olmuyordun, sürekli benimleydin. Bazen güldürüyor,
bazende hüzünlendiriyordun. Çünkü hep seninle konuşuyor, seninle yaşıyordum.
Dilemma öyle bir mıh çaktın ki kalbime, çıkarsam izi kalır, çıkarmasam canımı
alır. Unutma dünyanın neresinde olursak olalım, hangi şartlarda yaşıyorsak
yaşayalım, birbirimizi asla unutmayacağız. Çünkü bu aşk bize Alah’ın bir
lütfudur.
O an
hocanın göğsüne keskin bir acı yayılıp geçti,inleyerek derin bir nefes alsada
gözlerine hucum eden yaşların akmasına engel olamadı.Camdan dışarı baktı yağmur
ağır ağır yağarken hocanın gözyaşları yağmuru bastırır gibi kontrolsüzce
akıyordu.Bu bir anlamda yanlızlığın getirdiği özgürlüktü.Onun yetiştiği
toplumda; erkekler ağlamazdı.Oysa burda ne istediğine ne de gözyaşlarına engel
olacak kimse yoktu.Ağlamanında Gayet insani bir durum olduğuna inanıyordu.Onun
tek sıkıntısı Dilemma dan çok uzaklarda olmasıydı.İkindi namazının vakti
yaklaşıyordu,öksüz bir çocuk masumiyetiyle abdest almaya hazırlanırken
midesinin ezildiğini hissetti günlerdir doğru dürüst bir şey yemiyordu,beyni
açlık komutu versede canı bir şey yemek istemiyordu.Yerinden doğrulup ayağa
kalktığında başı dönüyordu,düşmemek için duvara tutunarak mutfağa doğru
ilerledi.Sağa sola yalpalayarak bir fincan çay ve tost hazırlayabildi kendine…
***
Mahir
Bebeği bırakalı aylar olmuştu, hiç bir haber alamamıştık. Babaannem de ben de
merak ediyorduk ne oldu çocuk hastaydı öldü mü kaldı mı hiçbir haber
vermediler. Babaanne yinede elinden geldiğince Kardelen’i teselli ediyordu,
Kardelen biliyor musun biz boşuna merak ediyoruz kötü haber tez yayılır derler
bebek ölseydi şimdiye dek mutlaka haberimiz olurdu, çünkü ebe nine öteberi
satmak için sürekli şehre gidiyor kızına da uğruyordur elbet eğer bebeğe bir
şey olsa bize söylemez miydi? Söylerdi ancak Kardelenin merakı endişesi bu
kadarla sınırlı değildi.
-Babaanne anam artık hiç gelmeyecek mi? Biz hep ayrı mı yaşayacağız?
Ayrıca ben Mahir’i hem çok özledim hem de elimde değil gene de merak ediyorum.
Ölüm haberi gelmediğine göre acaba iyileşti mi iyileştiyse de şimdi büyümüştür
de değil mi?
Babaanne:
- Bilmem
ki iyileştiyse büyümüştür elbette çünkü hayli zaman oldu gideli çocuklar çabuk
büyüyorlar. Az evvel ki soruna gelirsek evet haklısın bu ayrılık fazla uzadı bu
hafta sonu baban gelse muhtarı da çağırayım bu duruma bir çare bulsunlar.Bende
çok yoruldum Turan’la Lale’nin de kahrı da çekilmiyor.Her zaman söylüyorum ama
anlayan yok ki! Doğurmak yetmez sorumluluk almak gerekiyor. Ne ananda ne de
babanda böyle bir duygudan eser yok, gene de biz yüce Rabbimize sığınıyoruz.
Hikmetinden sual olmaz, o her soruna mutlaka adil bir çözüm bulur. Bu hayatın
öyle karmaşık bir gizemi var ki dediğim gibi hikmetini ancak yaradan biliyor. Henüz
çözecek biri çıkmadı.Olsaydı bu kadar kahredici sıkıntılar çileler
yaşanmazdı.Sanıyorum doğumun gizemi, ölümün gizemi bu iki an arasında süre
gelen zaman. Bazen hayrın bazen şerrin gizemi. Anlayacağın kimse neden
doğduğunu ne zaman öleceğini bilmediği gibi, Kötülükler neden engellenmiyor onu
da bilen yoktur. Kötülüğü yapanlar bile çoğu zaman neden yaptıklarını bilmezler.
Kardelen iki elini çenesine dayamış mahzun bakışlarını anneannesine
odaklamış anlattıklarından hiçbir şey anlamasa da dikkatle dinliyordu karışık
olan kafası daha da karışmıştı. Ne zaman babaanneye bir şey sorsa uzun
dakikalar boyunca anlamadığı şeyleri dinlemek zorunda kalıyordu. Sormadan
edemedi;
-Babaanne bu söylediklerini sende mi bilmiyorsun?
Babaannenin
yüzü asıldı, sert bakışlarını Kardelen’e yoğunlaştırarak, hayli kimsenin
bilmediğini ben nasıl bilebilirim ki? Derin bir iç çeken Kardelen’in bakışları
bir anlık boşlukta adeta kayboldu. O an dişi kedimiz sanki bir kraliçe edasıyla
masaya sıçrayarak yanımıza gelip ikimizin arasına sorumsuzca uzanıp bize
katılmak istedi sanıyorum. Sonra babaanne, hala konuşmasını hız kesmeden sürdürüyordu.
İnsanların bazı alışkanlıkları vardır ve o alışkanlıklar bazılarını tutsak
ediyor, tutsak etmekle de kalmıyor adeta iradelerini sorumluluk duygularını da
sekteye uğratıyordu. Anandaki alışkanlıkta
sudan sebeplerden, evini ve sorumluluklarını bir kenara iterek başına buyruk
yaşamak. Kardelenin bedeni küçük hacmi büyük yüreği öylesine acılarla doluydu
ki, sanki aklıyla yüreğini birbirinden ayıran bir kapak vardı. İçsel olarak
parçalanmış zihni düşüncelerle dolmuş ama bedeni bomboş gerçek olmayan ya da
görünmez bir zırhla kaplı ufacık bir kalıptan ibaretti. O artık ne büyümeyi
nede yaşamayı düşünmüyordu. Sanki onun hayatı bu çocuklardan şu anki yaşamından
ibaretti kendine ve geleceğine dair ufacık bir hayali bile yoktu. Onun yaşı
küçüktü ama düşünceleri o kadar genişti ki. Kardelen yine araya girerek
babaannesinin sesli düşünmesine engel oldu;
-
Babaanne babamla ne zaman konuşacaksın?
Babaannesi az evvel konuştuklarını her zaman olduğu gibi unutmuş olmalı
ki :
-Neyi
konuşacam ki babanla? Dedi.
-Ay
babaanne az evvel konuştuk ya, anamla Mahir’i merak ediyorduk, onların
gelmeleri için babamla konuşacaktın?
-Hatırladım elbette konuşacam sen merak etme ama hani babanı gördüğüm mü
var onunda anandan bir farkı yok. Haftanın beş günü şehirde bu sefer elime
geçirirsem mutlaka konuşacam. Ele güne rezil olduk bu çocuklarda bizde perişan
olduk yeter artık bu iş çığırından çıktı gidip karısını getirsin.
Bir süre
sonra babaannem söylediği gibi muhtar olan amcamı da çağırarak bir toplantı
yaptı ve bir an evvel gidip anamı ve Mahir Bebeği getirmelerini söyledi. Babam
başını önüne eymiş sessiz kalmayı uygun görmüştü. Muhtar Amcam taa başından
beri bu durumdan rahatsız olmasına rağmen o da ailenin iç işlerine fazla
karışmamak adına kenarda durmayı seçmişti. Ancak şimdi iş başa düşmüştü ve
gereği yapılmalıydı. Ayrıca üvey amcam olmasına rağmen, babaanneme inanılmaz
saygılıydı bir dediğini iki etmezdi. Şu anki toplantıda konuştuklarını adeta
emir telakki ediyordu. Bu duruma hem çok sevindim, hem de çok şaşırdım. Sanki
anam ve Mahir hiç gelmeyecekler gibi kendimi şartlamıştım. O akşam uyumak için
yatağıma girdiğimde, olağanüstü bir hafiflik hissediyor, sanki bir tüy gibi
havada süzülüyor gibiydim. İnanıyordum artık anam en önemlisi de Mahir Bebek
gelecekti. Babaannem ve Muhtar Amcam bu işe el attılar ya gerisi kolay
görünüyordu bana. O gece gene Rabbimle beraberdim. Gene onunla konuşuyor, ona
içimi açıyor minnettarlığımı dile getiriyordum. Bak gene bize yardım ettin, ben
zaten inanıyordum mutlaka bu çilemiz bir gün bitecekti. Sen uzun süre çile
çekmemize dayanamazdın. Bazı ana babalar dünyaya getirdikleri varlıklara kötü
davranarak, değer vermeseler de sen yarattığın hiçbir canlıyı ihmal etmezsin.
Tıpkı bizi etmediğin gibi. Hani sana söz verdim ya, büyüdüğümde bende senin
için bir şeyler yapacağım diye. İlk önce namaz kılmayı öğrenmem lazım. Onun
için Turan ve Lale’den arta kalan zamanlarımdan namaz nasıl kılınır, hangi
dualar okunur hepsini öğreneceğim. Akşamları babaannemden parça parça sureleri
öğreniyorum ama babaannem diyor ki ; ‘Hepsini öğren ama sana namaz henüz farz
değil’ Ne demekse onu da öğreneceğim.
Farz oluca kılmam gerekiyormuş. Biliyor musun? Seni birde merak ediyorum.
Sürekli hayalimde canlandırmaya çalışsam da bir şeye benzetemiyorum. Çok yüce
bir varlık olduğundan hiç şüphem yok. Ama ne bileyim yinede neye benzediğini
düşünmeden edemiyorum. Onu da babaanneme sordum. Tabi her zamanki gibi önce
kızdı, sonra:
- Sen
neden bu kadar meraklısın? Bilmem ki neden köydeki diğer çocuklar gibi çelik
çomak oynamayı merak etmezsin?
Dese de, doğrusunu öğretmekten geri durmazdı.
- Bak
şimdi beni iyi dinle, yaratanı hiçbir şeye benzetemeyiz. Onu ancak yeryüzünde
yarattıklarıyla tanıyabiliriz.
-Nasıl
yani?
-Bu gördüğümüz
ağaçlar, çiçekler, gökyüzünün renkleri, yağan yağmurun damlalarında, kar
tanelerinde, sevimli küçük çocukların gülücüklerinde… Daha sayamadığım bizlere
sunulmuş olduğu her şeyde onun sıfatını görürüz yani anlayacağın o elle
tutulmaz, gözle görülmez ama biz onu hep hissederiz. Hadi şimdi soruların
bittiyse bir çay yapta içelim.
Bugün
benimde keyfim yerindeydi babaannemin de onunda Mahir Bebekte geliyor. Evimize
henüz gelmemişlerdi ama bende çok heyecanlı ve özgür hissediyordum bu hoş
duygular ertesi güne kadar sürdü.
Muhtar
Amca vakit kaybetmeden, köyün ileri gelenlerinden iki kişiyi de yanına alarak,
anamın sözde şehirde oturan aslında çok kenar semtlerde yaşayan sakat dayısına
dayandı. Şehrin diğer bir ucunda, küçük askeri uçakların indiği tayyare meydanı
dedikleri bölgede de faytonculuk yaparak geçimini sağlayan amcası oturuyordu.
Onu da çağırmışlar adeta bir heyet kurulmuş anamla Mahir Bebeği getirmek için
nihayetinde iki gün sonra anamla Mahir Bebeği getirdiler.
Bunca
zaman olmuştu, anam evden gideli ben Turan Lale üçümüzde kedi yavrusu gibi
annemin etrafında dolaşıyorduk. Sanki beklentilerimiz şuydu; üçümüzde ayrı ayrı
bağrına bassın, şefkat gözyaşları yanaklarımızı ıslatsın istiyor olmalıyız ki,
büyük bir düş kırıklığıyla birbirimize bakmakla yetinmiştik. Şunu
anlayamıyorduk, merhameti olmayanın gözyaşları akar mıydı? Kimseyi düşünmeden,
ufacık bebeği bile bırakıp giden birinden sevgi şefkat beklemek doğru muydu?
Bilinmez işte… Çocuk aklı kısaca anamın geldiği o akşam bize olan o yakınlığı
soğuk bir gülümsemeden öteye gitmedi.
Kendi beklentilerimi düşünürken Mahir Bebeği unutmuş gibiydim. Oysa onu
hem merak ediyor, hem de ölesiye özlemiştim ki. Anam, kadınların oturduğu
bölüme gelmişti. Mahir ise Muhtar Amcamın kucağında erkeklerin oturduğu
bölümdeydi. Onu görmek için erkeklerin bulunduğu odaya gittim. Bebeği
gördüğümde gözlerime inanamadım. Babaannem başköşede oturmuş, Mahir kucağında
sanıyorum o da şaşkınlıkla bebeği seviyordu. Babaannemin yüzünde, adeta güller
açmıştı. Ben bağırmamak için elimi ağzıma kapatarak, bütün heyecanımı ve
hayretimi içime bastırarak öylece kalmış onları seyrediyordum. Bu olsa olsa bir
mucize olabilirdi, ben bu iç çatışmayı yaşarken, babaannem beni fark etmiş olacak ki:
-Gel
ablası baksana.
Ben
şaşkınlığımı gizleyemiyordum.
-Görüyorum babaanne sanki bizim ölmek üzere olan bebek gitmiş, onun
yerine tombik beyaz tenli bal rengi kocamak gözleriyle pembe yanaklı dünya
tatlısı bir çocuk gelmişti. Mahir’i karşımda öyle görünce şaşkınlıktan adeta
dilim tutulmuştu. Gözlerim yuvalarından çıkacak gibi açılmıştı. Tahta sekiye
diz üstü çökmüş hapishane ziyaretçisi gibi yüreğimin deli deli çarptığını
dinliyordum. Fakat anamın davranışları yeniymiş gibi hayal kırıklığı yaratmıştı
bende. Aslında kendimi de anlayamıyordum anamı tanımıyormuş gibi beklentiye
giriyordum, sanki anam birkaç ay evden
uzaklaşınca karakteri mi değişecekti? Benim bu şaşkın ve karmaşık halimi
anlayan babaannem; öyle şaşırma Kardelen
kendine gel bu bizim Mahir Bebek dualarımız kabul oldu anası da iyi bakmış ki
ne kadar sağlıklı ve tatlı değil mi?
***
1964
Mahir okula başladı
Trabzonlu olan Nazir Öğretmen son derece disiplinli hatta aksi birisiydi.
Mahir ise hareketli durduğu yerde duramayan geçimsiz bir öğrenci olmasına
rağmen Nazir Öğretmenin ilgi odağıdır. Nazir Öğretmene göre Mahir zeki,
çalışkan gelecekte başarılı bir insan olacaktı. Ancak Nazir Öğretmenin bütün
öğrenciler adına olduğu gibi Mahir adına da endişeleri vardı. Çünkü öğrenciler
genellikle okul açılışından iki ay gecikmeli gelirler okula. Okul kapanmadan da
iki ay erken ayrılırlardı okuldan. Bunun sebebiyse köyde işlerin erken başlayıp
geç bitmesiydi. Baharla birlikte çocukların çobanlık, çift, çubuk, tarla, tırpan derken her mevsim
çocuklara ihtiyaç vardı. Buda öğrencilerin hem eğitime olan ilgisini azaltıyor,
hem de yeterince eğitim alamamalarına sebebiyet veriyordu. Fakat Mahir’i diğer
çocuklardan ayıran özelliği hem zeki hem de çalışkan olmasıydı. O çobanlık
yaparken de derslerini ihmal etmiyor, fırsat bulduğu an derslerini takip
ediyordu. Nazir Öğretmenin ilgisinden yararlanarak her fırsatta ona
koşuyor, onunda yardımıyla aradaki açığı
kapatmaya çalışıyordu. Zaten öğretmenin beğenisini kazanmış olan Mahir bu
davranışıyla Nazir Öğretmenin nazarındaki değerini bir kat daha arttırmayı
başarıyordu. Bu durumdaki Mahir’e severek yardımcı olsa da gene de mahirin
babasıyla konuşmayı düşünüyor, bu duruma bir çözüm getirmesi gerektiğini anlatmak
istiyordu. Bu çocuğun okula geç gelip erken bırakmasının doğru olmadığını
eğitim hayatında başarısız olacağını anlatıp dursa da Abbas Efendi Nuh diyor
peygamber demiyordu hoca.
Mahir olmasa ben ne yaparım danaları kuzuları kim otlatır, ayrıca
köydeki herkesin çocuğu çobanlık yapıyor. Sen ne demeye mahirle uğraşıyorsun
anlamıyorum? Öğretmen 9 senedir yaz kış olmak üzere o köyde yaşıyordu. Bu
yılların verdiği tecrübeye dayanarak mahirin babasını anlıyordu. Çünkü onlar
sırf çalışsın işlere yardımcı olsun diye çocuk yapıyorlardı. Eh işte yarım
yamalak okumayı da öğrendi mi yeterdi. Fakat öğretmene göre Mahir farklıydı o
gelecek vaat eden bir öğrenciydi. Onun için Nazir Öğretmen pes etmeyecekti.
Öğrencisinin geleceğini düşünerek Abbas Efendi kendince haklıda olsa o hak
vermek istemiyordu.
-Bak
Abbas Efendi sen haklı olsan da bu çocuğun geleceği söz konusudur. Şunu bil ki
senin çocuğun bu köydeki çocukların hiçbirisiyle kıyaslanmayacak kadar zeki ve
çalışkan istikbali parlak bir öğrencidir. Bu çocuğu danalar ve kuzular uğruna
harcamayacaksın. Sana anlatabilir miyim bilmiyorum ama senin oğlun geleceğe
atılmış bir damla tohum gibidir, hem de öyle bir damla ki senin anlayacağın bir
gün gelecek Mahir beklide bir ilim adamı olup geniş kitlelere hitap edecektir.
Söylediği her söz dinlenecek, sevilen sayılan kendinden söz ettiren biri
olacaktır beklide kendi alanında bir bilge kişi olacaktır bilinir mi? Oysa sen
danaların kuzuların bakımını çocuğun geleceğine tercih ediyorsun.
Nazir
Öğretmen kendisi gibi aksi olan Mahir’i çok seviyor olsa da zaman zaman
kulağını koparırcasına çekmekten de geri kalmıyordu. Çünkü Mahir kıvrak
zekasının yanı sıra, aksi geçimsiz zıpır bir çocuktu. Ancak bütün bu olumsuz
yanlarını yılmaz çalışkanlığı ve parlak zekası ile kapatmayı iyi biliyordu.
Kazım Efendi sık sık öğretmenin ziyaretine gider sohbet ederlerdi. Bazen
havadan sudan bazen de Mahir’in yaramazlıklarını konuşurlardı aslında Kazım
Efendi oğlunun yaramazlıklarını bildiğinden bir yandan da öğretmene karşı
mahcubiyet hissediyordu.
Bu
anlamda ki rahatsızlığını dile getirircesine, ya hoca galiba bizim oğlan adam
olmayacak ve sanıyorum senin emeklerinde boşa gidecek gibime geliyor ne dersin?
Bu soruyu sormasındaki maksat oğlunun davranışlarından dolayı mahcubiyet duysa
da öğretmenin oğlu hakkındaki kanaatini öğrenmek istiyordu. Çünkü dışa
yansıtmasa da oğlunun okuyup evden uzaklaşmasını istiyordu, Mahir babasının
deyimiyle okuyup adam olacaksa aksiliği çalışkanlığı ve özgüveni sayesinde
olacaktı.
***
Kardelen her gün aynı işleri yapmaktan aynı insanları görmekten ve
yalnızlıktan öylesine sıkılmıştı ki, sürekli yeni arkadaşlar edinmenin
özleminin içindeydi. Bir sabah kalktığında mahallede hiç görmediği yabancı
insanların dolaştığını gördü. Kim olduklarını bilmese bile çok sevinmişti.
Koşarak babaannesine geldi, öyle telaşlıydı ki adeta eli ayağı birbirine
dolaşıyor, anlatmak istediğini bir türlü anlatamıyordu.
-Babaanne sen biliyor musun bizim mahalleye
yabancı birileri gelmiş? Hatta benim yaşımda kızları bile var ben gördüm.
Dediğim gibi nefes almadan konuşuyordu. Yaşlı kadın konuştuklarının
çoğunu anlamakta zorlanıyordu.
-Yavrum teker teker konuşsana ne
dediğini anlamıyorum.
Dese de o kendi iç seslerini
düşüncelerle dışa yansıtıyordu: Sabah namazını kılıyor, bir daha da asla
uyuyamıyorum. Böylece gündüzleri uzadıkça uzuyor, bitmek bilmiyor. Akşam
olmasını sabırsızlıkla bekliyorum ve düşüncelerim sürekli geçmişe kayıp
gidiyor. Biliyor musun Kardelen? Bir yaşlının düşüncelerinde asla gelecek
yoktur. Çok kederli ya da en azından hüzünlüdür düşünceleri.
Dün akşam köşemde oturmuş okurken
aniden odada ritmik bir ses duydum önce biraz irkildim ve bildiğim duaları
okuyarak rahatlamaya çalışsam da nafile tedirginliğim geçmedi başımı kitabımdan
kaldırıp sağa sola baktığımda korkumun yersiz olduğunu anladım. Meğerse
Mahir’in kedisi boncuk uyurken kuyruğunu yere vuruyormuş, bak aklıma ne geldi?
Kardelen bezgin bir yüz ifadesiyle:
- Ne geldi babaanne?
- Bu çocuk akşamları kedisini
köpeğini hatta atını dahi odasına alsa olmaz mı?
- Olmaz babaanne buna babam da izin
vermez.
- Ha sen demin bir şey söylemiştin?
- Babaanne diyorum ki bizim mahalleye
yeni birileri taşınmış. Ayrıca kalabalık bir aileye benziyorlar.
- Biliyordum iyi olmuş belki senin
yaşında kızları da vardır, arkadaş olursunuz.
Kardelen derin bir iç çekişin ardından
gözlerini babaannesine dikerek:
- Bilmezmiş gibi konuşuyorsun babaanne
benim arkadaş edinecek oyun oynayacak zamanım mı var? Hem onlar işçilikle
geçinen göçmen bir aile babam o tür ailelerin çocuklarıyla arkadaş olmama izin
verir mi sanıyorsun?
- Biliyorum biliyorum ne diyeyim? Allah
anana da babana da akıl fikir versin. İkisi de başka başka insanlar tek ortak
yanları sizi meydana getirmiş olmaları Kardelen hatırlıyor musun, küçükken ne
çok şey hayal ederdin. Babaanne ben büyüyünce ya hayvan doktoru olacağım yada
yoksul çocukları tedavi eden doktor olacağım diyordun. Şu kadere bak ki bu
yaşında bu çocukların bakıcısı oluverdin.
O zaman ki isteklerinden kırıntı bile kalmadı.
- Babaanne sen hep demez misin herkes
kendi kaderini yaşar. Sanıyorum benim kaderim de bu çocuklara bakmakmış. Bu
yaşama ayak uydurmak zorundayım. Ayrıca sen olmasan ben tek başıma hiçbir şeyi
beceremezdim, sence de öyle değil mi? Evet haklısın biliyor musun Kardelen
çocukluk ve yaşlılık birbirine benzer her iki durumda da değişik nedenlerle
insan savunmasızdır. Fakat her şey akıp geçen zamanla birlikte nasılda
değişiyor? Senin yaşındayken kış uykusuna yatan hayvanlar gibiydim, kimse
rahatsız etmese öğlen yemeğine kadar uyurdum. Oysa şimdi tan yeli ağarmadan
ayaktayım.
***
Bütün öğrenciler gibi Mahir’inde devamsızlığı adeta tavan yapıyordu. Bu
durumdan rahatsız olan öğretmen ise, işin peşini bırakmak niyetinde değildi.
Vakitlerinin büyük bölümünü velileri ikna etmeye çalışarak geçiyorlardı.
Yukarda da belirttiğim gibi köy halkının önceliği çocuklarını okula göndermek
değildi. Mahir çobanlık yapıyor olsa da, durumdan pek şikayetci değildi. Çünkü
o otlattığı hayvanlarla özelliklede atlarla ve köpeklerle adeta bir dünya
kurmuştu. Hayvanlarla kurduğu dostluğu ve yakınlığı ev halkıyla kuramıyordu.
Çünkü aksiliği yüzünden epeyce hırpalanıyor olsa da, o gene bir adım
geri atmıyordu. Ayrıca hayvanlara olan düşkünlüğü, babasının da tepkisini
çekiyor. Bu yüzden sürekli babasından azar işitiyordu. Fakat bildiğinden
şaşmıyor, özellikle de kırmızı maskeden hiç vazgeçemiyordu. Babasının bazen de
yumuşak tarafına gelmiş olmalı ki; oğlunu karşısına alıp konuşmaya çalışıyordu,
-
Evladım seni gerçekten anlayamıyorum bu hayvanlarla nasıl dost oluyorsun?
Onların akılları da anlayışları da kıttır.
Demiş
olsa da Mahir bunun doğru olmadığına inanırdı. Ve hep
-
Yanılıyorsun baba onlar her şeyin farkındalar ve hep affederler. Akılları ve
anlayışları olmasa köpekler nasıl bu kadar sadık olurdu? Söyler misin baba?
Mahir’in hayvanlarla olan muhabbeti Kardelen ve babaannesinin de
gündemindeydi.
-Kardelen hele baksana ister misin bu çocuk bu hayvanları kendi odasına
götürsün?
-
Yok daha neler babaanne. Küçük bir odaya kocaman atı ve köpeği nasıl
sığdıracak? Hem babam bu kadarına izin vermez sanıyorum.
-
Yavrum bu çocuk izin mi istiyor ki?
Birden
babaannemin yüzüne çocuksu bir gülümseme yayıldı;
-Biliyor musun kardelen ben çocukken atları çok severdim. Ama atlarda
bana çifte atar diye, babam da beni yaklaştırmazdı. Ben gene de uzaktan
seyrederdim atları.
Kardelen muzip bir gülümsemeyle
babaannesine bakıp:
-Desene babaanne Mahir sana çekmiş, ama sen atları seviyormuşsun. Bu
çocuk köpeklere de düşkün.
-Bilmem ki beklide sen haklısın sen benim ilk torunumsun. Sen küçükken
bende bu kadar yaşlı değildim. İkimiz birlikte çok mutluyduk. Neşeli bir
çocuktun ve bu neşenin içinde yüzeysel hesaplı bir şey yoktu, ayrıca o neşeli
halinin ardında sanki hissedilir bir hüzün pusuda bekliyordu ve sen bir anlık
kahkahalardan sessizliğe şaşılacak bir kolaylıkla geçiş yapardın. Ben ne var
neden sessizleştin neyin var diye sorunca da bilge bir siyasetçi edasıyla:
Yok bir
şey babaanne acaba gökyüzünün sonu var mı? Yoksa sonsuza dek uzuyor mu? Diye
cevaplardın. Anlayacağın her zaman şaşırtırdın beni. Kardelen yaşamlarımızda
hep bir önce bir sonra vardır ama benim yaşamımda artık sonra yok. Çünkü artık
ben sona yaklaşıyorum.
-Aman
babaanne buralarda okumayan insanın sonrası neye benzer ki? Yani benim öncem ne
ki sonram ne olsun? Bir süre sonra evlendirirler, köydeki diğer kızlar gibi
çocuk doğururum. Anlayacağın burada olduğu gibi çocuk bakıcılığı yaparım.
Biliyorsun sağdan soldan isteyenler var. Burada kızlar 16-17 yaşına geldiğinde
evde kaldı gözüyle bakılıyor ve ailelerin utanç kaynağı oluyorlar.
-Evet
haklısın. Senin okumaman iyi olmadı ama sen üzülme ileriki hayatında sağlam bir
insan olacaksın. Çünkü sen küçük yaşta bu hayatın içinde ezilerek büyüdün. Hani
bir söz var ya; Yağmur suları toprağı eritir ama sert kayaları cilalar. İşte
sende tıpkı o sert kayalar gibi cilalanarak büyüdün. Merak etme sen her işin
üstesinden gelirsin, sırtın yere gelmez inşallah.
***
2010
Paris
Hoca Strazburg`u terk etmiş olsa da Dilemma’yı yüreğinden söküp
atamamıştı. Aynı şekilde Dilemma da hocanın aşkıyla ve yokluğuyla bedbahttı.
Ancak onlar ne kadar birbirlerinden uzak yaşasalar da teknoloji onları
birbirlerine yaklaştırıyordu. Sanal alemde de olsa bu aşkı yaşıyorlardı.
Hoca vazifesinden
arta kalan zamanı ya telefonda ya da internette Dilemma ile geçiyordu. Sonunun
ne olacağını düşünmeden anı yaşıyorlardı. Onlar belki aynı şehirde, aynı evde
yaşamıyorlardı ama bu hallerinden de memnunlardı. Öylesine birbirlerine
kenetlenmişlerdi ki ne ayrı şehirlerde olmaları nede ayrı evlerde yaşamaları
birbirlerine olan aşklarına engel değildi.
Öyle
ki hoca telefon açtığında karşı taraftan alo yerine ‘caaannn’ diye cevap
verilirken, canım sana kurban olsun Dilemma diye cevap veriyordu. Bu söylemler
bu davranışlar hocanın hayal bile edemediği şeylerdi. Çünkü onun Stalin
zihniyetindeki huysuz karısı tarafından sürekli hırpalanan, sürekli denetlenen,
kötü sözler söylenen, sabahı olmayan karanlık geceleri andıran bir hayat
yaşarken, mutluluk adına gelecekten ve bugünden hiçbir beklentisi olmazken,
şimdi böylesi içten samimi duygu yüklü bir aşkın rüzgarına kapılması 18’lik
gençler gibi ayaklarını yerden kesiyordu. Adeta farklı gezegenlerde dolaştığını
hissediyordu.
Oysa
30 yıllık evlilik hayatında karısıyla makul koşullarda iki laf edememiş, ne
zaman her hangi bir konu üzerinde konuşmak istediğinde, karısının ağzı
bozuluyor hakaret dolu çirkin sözler havada uçuşuyordu. Hoca bu çirkefliğe
dayanamıyor, kapıyı çekip çıkmakta çareyi buluyordu. Bu evlilikte onu bağlayan
tek etken ise çocuklarına olan düşkünlüğüydü. Ancak geçen zaman içinde
çocuklarında da hak ettiği saygıyı göremeyişi; hocayı tam manasıyla yıkıma
uğratmıştı. Yine de çocuklarını çok seviyor,
onlara iyi bir gelecek hazırlamak için kendi ihtiyaçlarına her zaman sınırlama
getiriyordu.
Dilemma‘yı tanıdıktan sonra eskilerin dediği gibi bir lokma bir hırkaya
da razıydı. Her gün Dilemma‘nın sesini duymak, onun için dünyanın en büyük
lezzetleri ve zenginliğiydi. Yapısı itibariyle hoca az konuşan biriydi. Ancak
Dilemma söz konusu olunca kelimeler ağzından adeta meydan okurcasına
dökülüyordu. Dilemma’nın durumu da hocanınkinden farklı değildi. O da hocanın
sesini duyunca ergenlik çağındaki genç kız gibi havalara uçuyor, yedi yirmi
dört bilgisayarın başından kalkmak istemiyordu. Fakat hoca görev başındaydı
istese de zamanın tümünü bilgisayarın başında geçiremezdi.
Dilemma
bilgisayarın başından kalkmış kendine bir kahve daha hazırlamıştı. Amaçsızca
geziniyordu odanın ortasında. Hocayla yazışmaya konuşmaya öylesine odaklanmıştı
ki, diğer vakitler haz alamıyor, hatta yaşamdan bile saymıyordu. Ayakları onu
banyoya sürüklemişti. Banyodaki aynanın karşısına geçip kendini inceliyordu.
Sonrada ortalıkta gördüğü dağınık, kirli çorapları toplayıp çamaşır sepetine
atmıştı. Tamda o sırada içerden gelen mesaj sinyalini duyar duymaz koşarak
gelip bilgisayarın sandalyesine oturdu. Hocadan uzunca bir mesaj gelmişti.
Dilemma’nın sevinçten eli ayağı titriyordu.
Mesajın
ilk cümlesinde; Dilemma aşığım sana. Diyordu. Aşkın büyülü rüzgarına
kapıldığımdan bu yana, kendimde değilim dahası kendimi tanıyamıyorum. Dünyaya
kafa tutarken, şimdi süt dökmüş kediye döndüm. Yüzümde engel olamadığım bir
tebessümle ortalıkta dolaşırken kavak yellerinin ne demek olduğunu yeni
öğrendim. İliklerime kadar aşığım sana.
Ayrıca
biliyor musun? Korkuyorum. Bu aşkı yaşayamayacağımın endişesini taşıyorum. Bu
aşkın şiddetli tokadını yediğimden beri sersemleyip yere düştüm. Sevdan kırdı
kanadımı kolumu. Ayağa kalkacak gücü bulamıyorum. Sanki aşkın gözlerimi kör
etmiş. Dilemma göremediğim çukurlara düşmüş yuvarlanıyorum. Çıkamadığım
girdaplarda adeta boğuluyorum. Bencilliğimi unutup egomu törpülemeyi sana ait
olan aşkımla öğreniyorum.
Biliyor
musun Dilemma, aşk insana yeni şeyleri beklide bilmediği şeyleri öğretiyor.
İnsan sevdi mi ölümüne sevmeli öylesine sevmeli ki yolun sonunda tanrıya
varabilmeli. Yaşamın gizemini çözebilmeli. Öyle sevmeli ki kalbinin orta
yerinden bir kılıç darbesi yemişçesine acı çekmeli. Kısaca Dilemma aşk yolunda
insan olmalı ve her insan aşık olmalı. Bütün bunları yaşamalı ki başkalarını
anlayacak olgunluğa ulaşabilmeli.
Bu
mesajları okuyan Dilemma öylesine sarhoş olmuştu ki, kendini boş yatağa attı.
İçinde biriken duygular adeta sıkışmış enerji gibi patlamak üzereydi.
Birileriyle paylaşmak istiyor fakat kimseyle paylaşamıyordu. Arkadaşlarını
arayamazdı. Ne diyecekti? Ben ellisinden sonra evli bir adama sevdalandım mı
diyecekti? Ne cevap vereceklerini biliyordu.
Bir
keresinde Yıldız adında bir arkadaşına ucundan kulağından söyleyecek oldu.
Yıldızın söyledikleri canını fena halde acıtmıştı. Tekrar kendine dönerek
empati yaptı yani kendini yıldızın yerine koyup değerlendirme yaptığında
Yıldız’a hak verdi. Onun yerinde kendi olsaydı muhtemelen o da aynı şeyleri
söylerdi.
Yatak
odasındaki tek kişilik koltuğa geçip televizyonu açtı. Neyse ki Türkçe yayın
yapan kanallar vardı. Ancak kafası öylesine karmakarışıktı ki hiçbir şeye
odaklanamıyordu. Saat gece yarısını çoktan geçmişti onun gözleri hala
bilgisayarda ve telefondaydı. Kahve üstüne kahve içiyor, müebbet ceza almış
mahkumlar gibi odanın ortasında dolaşıyordu. İsyan dolu haykırışları sesli
düşüncelere yansıyarak odasının duvarlarında yankılanıyordu. Ne vardı sanki
Strazburg’dan gidecek. Uzaklara kaçış çözüm müydü? Sabah namazı yaklaşıyordu
Dilemma’nın gözüne bir damla uyku girmemişti. Gözü sürekli bilgisayardaydı.
Çünkü hoca her gün sabah namazını kıldırdıktan sonra evine gelip önce
bilgisayarını açıp Dilemma’ ya sabah mesajı gönderiyor ardından da
birlikteymişler gibi görüntülü kahvaltı yapıyor sohbet ediyorlardı.
Dilemma,
hocanın kalkmadığını anlayınca dayanamadı bilgisayarını açıp başına oturdu.
Sesli düşüncelerini ekrana aktarıyordu. Madem çekip gittin, söylediklerinin
arkasında dursaydın tamamen koparsaydın ipleri. Böylesine acı çekeceğime öteki
türlü acı çekseydim. Dilemma’nın mesajını okumuş olmalı ki o da cevap
yazıyordu.
‘Tek aşkım
şimdi beni suçluyorsun, duygularının yoğunluğuyla sıkıntını bu şekilde dışa
yansıtıyorsun. Ne diyebilirim ki haksızsın diyemem. Elbette söylediklerimin
arkasındayım. Ancak bilmen gereken bir şey var oda ikimizden birinin cesur
davranması gerekiyordu. Ben senin kadar güçlü değilim, senin değilim.
Strazburg’u terk etmeseydim, sana olan duygularıma engel olamayabilirdim. Buda
her açıdan bize fayda sağlamayacağı gibi, bu günkü durumdan daha iyi bir
durumda olmayabilirdik. Hemen yenilgiyi kabullenecek yapıda değilim. Seni ilk
gördüğümde savunmasız, narin biri sandım ama çok geçmeden yanıldığımı anladım.
Sen güçlü olandın. İkimiz aynı şehirde yaşasaydık hakkımızda hayırlı
olmayacaktı. Çünkü nefes almamıza dahi izin vermeyeceklerdi. Beni yargılama
lütfen. Dayanabilmemin tek yolu seni hiç göremeyeceğim, sadece uzaktan sevebileceğim
bir yerde yaşamaktı. Dakika dakika, saat saat seni aklımdan atabileceğim, hiç
görmemiş sevmemiş gibi davranabileceğim bir yerde olmalıydım. O yüzden
Strazburg’u terk ettim. Ama görüyorsun ki başaramadım. Seni suçlayamam, bazı
zamanlarda insanın duyguları başka mantığı başka şey söylüyor. Ya da bazı
şeyler insanın kaderiyse ona söz geçirmek imkansız oluyor, o yapacağını
yapıyor. Eğer kadere ve imtihana inanıyorsak o halde bu yaşadıklarımıza da
kaderin cilvesi ve bizim imtihanımız demeliyiz.
Dilemma
mesajı tekrar tekrar okuduğunda gözlerinden sebebini anlayamadığı yaşlar akmaya
başladı. Bir yandan elinin tersiyle gözlerini siliyor, diğer yandan bir türlü
gözünü ekrandan ayıramıyordu. Ayağa kalktığında başı dönüyor sağa sola
çarpıyordu. Düşmemek için duvara tutundu. Saat öğleni çoktan geçiyordu. Hala
kahvaltı yapmadığını hatırladı, mutfağa gidip bir şeyler yemeliyim . Görüntülü
görüştüğümüzde yüzümün solgun olduğunu Mahir görmemeli. Diye düşündü.
***
Zaman
su misali akıp geçiyordu. Kardelen, Turan, Lalle ve Mahir büyümüşlerdi. Her
biri, birer genç insanlar olmuşlardı. Ancak karakterleri dünya görüşleri
öylesine birbirlerinden farklıydı ki, sanki her biri ayrı ayrı dünyalara ait
insanlardı. Kardelen komşu köylerden birine gelin gitmiş, Kıvılcım adında bir
kızı olmuştu. Ne tesadüf ki Lalle’de birkaç sene sonra aynı köye gelin
gitmişti.
Kardelen ve Mahir’in ilişkileri abla kardeşten öte bir şeydi. Onlar
sanki bir elmanın iki yarısı gibiydiler. Nerede yaşarlarsa yaşasınlar, her
halükarda bir bütünü temsil ediyorlardı. Fakat Turan ve Mahir’in fikir
tartışmaları bitmek tükenmek bilmiyor, ne zaman bir araya gelseler sesler
yükselir, saygı sevgi ideolojik tartışmaların gölgesinde yok olurdu.
Turan okumamış, köy hayatı dolayısıyla PKK
terör örgütüne üye olmayı tercih etmiş söylemlerinde davranışlarında sürekli
şiddet içerikli tek kişilik kahramanı oynuyordu. Mahir’e gelince oda uç noktalarda
milliyetçiliği tercih etmiş o yönde davranıyor o yönde yaşıyordu dolayısıyla bu
iki kardeş kardeşlik zırhını çoktan çıkarmış karşıt görüşlü iki hasım
olmuşlardı. Lalle ise ortalarda bir yerlerdeydi rüzgarın estiği yöne yelken
açan hiçbir konuda fikir sahibi olmayan sıradan vasat bir insandı o da zengin
bir aileye on bin lira başlık parası karşılığında gelin gitti.
Kardelene gelince onun bir kalıbı yoktu temelini babaannesinden aldığı
toplama öğretiler üzerine bina ettiği güçlü bir karaktere sahipti. Kardeşler
arasında sadece Mahir’le dostluğu devam ediyordu. Turan’la birbirlerini
sevseler de fikirleri uyuşmuyor özellikle Mahir’le Turan’ın sürekli bitmek
bilmeyen tartışmaları Kardeleni çok üzse de elinden bir şey gelmiyordu.
Kardelen
otoriter, sert mizaçlı olmakla birlikte, toparlayıcı sorun odaklı değil çözüm
odaklı yaşayan doğru bildiğini bazen doğru olmayan yerde konuşan, pek fazla seveni olmayan,
sonucu ne olursa olsun dürüstlükten ödün vermeyen yapısından dolayı bazen
Mahir’in eleştirilerine hedef olsa da bu durum dostluklarını zedelemiyordu.
Mahir Kardelen’den küçük olsa da eğitimli ve bilgili oluşundan dolayı olsa
gerek bazen de ablasına nasihat etmekten çekinmezdi. Bir gün Kardelen’e biliyor
musun abla, dürüstlük acayip bir silahtır çoğu zaman insanın elinde
patlar.Demişti. Doğru söylemişti Mahir. İlerleyen zamanlarda Kardelen de fark
ediyordu, bu dünyada dürüst insanlar hak ettiği şekilde yaşamıyor. Sürekli çile
çekmeleri gerekiyormuşçasına üzülüp hırpalanıyorlardı. Her şeye rağmen Kardelen
bu halinden şikayetçi değildi.
Burada
anlatıldığı gibi dört kardeş gece ve gündüz gibi birbirlerinden farklıydılar.
***
Mahir
ile Turan’ın fikir çatışmaları her geçen gün ipleri zayıflatarak kopma
noktasına getiriyordu. Ayrıca bu sıradan bir fikir ayrılığı değildi. Sosyal
çevreleri eğitim durumları ve karakter farklılıkları da önemli rol oynuyordu.
İlişkilerinde Mahir’in çevresi okumuş yazmış inancı sağlam tarihi derinliği
olan insanlardan oluşurken, Turan’ın çevresindeki insanlar genellikle inşaat
işçilerinden ve dar çevrelere mensup, kandırılmaya müsait, eğitimsiz
insanlardan oluşuyordu. Mahir ve çevresindeki insanlar okuyarak araştırarak
bilgiye ulaşırken, Turan ve çevresindeki insanlar kendilerine dayatılan zararlı
bilgilerle hareket ederek yani vurmak kırmak öldürmek masum insanların canına
malına zarar vererek, sözde amaçlarına ulaşma gayreti içindeydiler. Bu insanlar
her şeyi şiddetle halledeceklerine inanmış basit çevrelerden toplanmış sıradan
insanlardı. Kendi bildikleri doğrular dışında hiçbir değer ve hiçbir doğru
tanımazlardı. Bu durum sadece Mahir’i değil Kardelen’i de üzüyor derinden
etkiliyordu.
Anne,
babaları da artık yaşlanmışlardı. Neyin ne olduğunun pek fark olmasalar da
Mahir’in iyi Turan’ın kötü yolda olduğunu pekala fark ediyorlardı. Hele ki
Mahir anasının alim oğlum dediği gururlanarak söz ettiği oğluydu.
Mahir’in
de işi zordu çünkü öğrendiği bildiği doğruları başta ablası olmak üzere bütün
insanlara anlatmakla mükellef hissediyordu kendini ve tabi ki en çok yoğunlaştığı kişi ise abisi
Turan’dı. Her görüştüğünde yakaladığı her fırsatta doğru bu değil, sen ve senin
gibiler sadece birer maşasınız ne bugün ne de gelecekte bu örgütten bir fayda
göremeyeceksiniz. Bir gün bir köşede ya öldürülecek ya da sakatlanıp işe
yaramaz hale geldiğinde, örgüt elemanları tarafından kafana bir kurşun
sıkılarak yok edileceksin. Tıpkı dağlarda işe yaramayan kullanılmışların
akıbeti senide bekliyor iyisi mi yol yakınken gel ülkene dön. Senin yerin
burası değil. Dese de Turan’ın beyni öylesine ışık geçirmez dalgalarla
örülmüştü ki, Mahir’in sarf ettiği sözlerle aydınlanması imkan dışı
görünüyordu.
Turan
genellikle çalışma bahanesiyle orta doğu ülkelerini tercih eder, çok uzun
seneleri oralarda geçirirdi. Yaşadığı bu gurbet hayatında mutlu gibi görünse de
gözlerindeki masum bakışlar nasıl bir ruh hali içinde olduğunu bir anlamda
kanıtlıyordu. Uzun yıllar sonra bilinmeyen sebeplerden dolayı arada sırada
ülkesine dönerdi bu süre kardeşler açısından pek de mutlu geçmezdi. Sanki kardeş
değilmişlermiş gibi ayrı kutuplarda oldukları öylesine belirgindi ki, anlamak
için kahin olmak gerekmiyordu. Bu durum Kardelen ve Mahir’i derinden etkilese
de ellerinden bir şey gelmiyordu. Fakat unutulmaması gereken bir şey vardı.
Ayrı ayrı ülkelerde farklı hizmetlerde bulunsalar da onlar kardeşlerdi. Bu
kardeşlik bağı Turan’ı ne kadar etkilediği bilinmez ama Mahir’in çok
etkilendiği, ağabeyini çok özlediği, ona her fırsatta yazdığı mektuplardan
anlaşılıyordu.
Bu
mektuplar bazen nasihat bazen de duygu yüklü mektuplardı;
“ Sevgili
ağabeyim, biliyorum sözlerime kızacaksın. Hatta hiddetini şiddete dönüştürdüğün
sözleri duyar gibiyim. Ama demeden edemiyorum bu da benim mesleğim. Tuttuğun
yol doğru yol değil. Zararın neresinden dönersen kardır…
Diyordu Mahir, ama bilmiyordu ki bazı
örgütlere girmek kolaydır, ama çıkmak zordur,
ve bedeli ağırdır. Bu bedeli bazen canımızla bazen de sevdiklerinizin
canıyla ödersiniz. Sözlerine şöyle devam etti.
…Biliyor
musun ağabey, bu yolunu kaybettiğin yıllarda yokluğun daha güçlü bir şekilde
hissedildi. Senin lügatin da duygusallığa yer yoktur. Sizlere nasıl bir eğitim
veriliyorsa sanki duygularınızı alıp çöp tenekesine atıyorlar ve sanıyorum o
çöpe attıkları güzel duygular yerine şiddet içerikli duygular yerleştirmişler.
Sanıyorum unuttuğun bir şey var. Kan bağı hiçbir şeyle ölçülemez. Araya zaman
ve mesafeler girse de iyi düşünüp içselleştirdiğim mevzuları gözden geçirmemiz,
neleri feda ettiklerimizin şuurunda olmamız lazım. Savunduğumuz fikirler yaşımız
ilerlediğinde, keşkeler zincirine bağlayarak geri dönüşü olmayan pişmanlıklara
sebebiyet vermemeli. Senden uzakta olduğumdan rahat konuşabiliyorum. Karşında
olsaydım dinliyormuş gibi yapar ve bana inanmazdın. Sonunda işin içinden
çıkamayacağını anlayınca öfkelenerek her zaman olduğu gibi etrafta ne var ne
yok kırıp döker, kapıları çarpıp çıkardın. Bütün bunları bildiğimden, sen
yokken gördüğün gibi rahatça içimi döküyorum. Ağabey benim seni tanıdığım kadar
sen kendini tanımıyorsun. Düşüncelerindeki saflığı ve gözlerindeki masumiyeti,
şiddetli görünüşünle gölgelediğine inandığım için üzülüyorum. Babamda çok
yaşlanmış olmasına rağmen hala aklı sende ve senin için üzülüyor.
Farkında
mısın her birimiz bir yerlere adeta savrulduk. Kızlar evlendiler. Ben görev
icabı gittim. Babam senin bir gün böyle sorumsuzca ne üdüğü belirsiz bir davada
uğruna çekip gideceğini asla düşünemezdi. Seni hep yuvanın bekçisi olarak
tahayyül ederdi. Babaannem de rahmetli olunca annemle babam senin yerin olan
yuvayı bekliyorlar. Yani anlayacağın köyde kalmak senin işindi. Dediğim gibi bu
manada babamın sana sonsuz güveni vardı. Oysaki sen kafatasını kiraya vererek,
hepimizi düş kırıklığına uğrattın. Sen hem kardeşlik ilişkilerimizi zedeledin
hem de sana inanan insanları üzdün. İnan ki sen bile neyi savunduğunu
bilmiyorsun. Çünkü aklının kumandası başkalarının elinde bir kere olsun dönüp
arkana baktın mı? Arkanda bıraktığın sadece kan ve gözyaşı yani ağabeycim sen
ve senin gibiler sadece maşa olarak kullanılıyorlar belki bir gün sende anlayacaksın
yanlış yolda olduğunu. Pişmanlık duygusu bütün benliğini yakıp kavuracak. Lakin
çok geç kalmış olacaksın. Ben kardeşin olduğum için söylüyorum; yüzündeki
itiraz ifadesini görür gibiyim, ama
gerçek bundan ibarettir. Sen kabul etmesen de. Ayrıca tanıdığım en kibirli
hoşgörüsüz varlıksın. Burası bizim ülkemiz yani anavatanımız. Sen bu ülkeden ve
insanlarından ne kötülük gördün ki masum insanlara ve anavatanımızın canına
malına zarar veren insanların yanında yer alıyorsun.
Bilmediğin bir şey daha var. Seninle işleri bittiğinde eski paçavra gibi
fırlatıp atacaklar. İşte o zaman belki de kimsesiz ve vatansız kalacaksın.
Bugün sana ve senin gibi aklını kiraya verenlere kucak açan hainler amaçlarına
ulaştıklarında, size öyle bir tekme vuracaklar ki siz bile şaşıracaksınız. Tabi
o zamana kadar hayatta kalırsanız… Bu sözlerin azda olsa üzerinde bir etkisi
olmasını bilemezsin. Keşke ülkemize anavatanımıza karşı biraz hoş görülü
olsaydın. Bir kere daha sana bilmediğin bir şey hatırlatayım: Vatanımızın bütün özelliklerinin yanı sıra dilini, dinini
biliyor ve kaygısız yaşıyor olmamız sizler gibi parazit örgütlerin vermek
istedikleri zararlara rağmen, Allah’ın(c.c.) izniyle yıkılmacağız. Oysa
sizlerin ne yaptığınız, nasıl yaşadığınız
veya ne zaman kör bir kurşuna hedef olacağınızı, öldürüldükten sonra
hangi dağın tepesinde, hangi çalıların arasında, kurtlara kuşlara yem
olacağınızı kendiniz bile bilmiyorsunuz. Belki de sen yarı aç yarı tok
yaşıyorsun eminim bizim seni düşündüğümüz kadar sen kendini düşünmüyorsun.”
***
Aradan
çok uzun zaman geçmişti Mahir’in gönderdiği onlarca mektuba Turan nihayet bir
cevap yazıyordu:
Benden küçük olmana rağmen, aldığın eğitimden ve aksi karakterinden olsa
gerek hayli nasihatvari. Sana şunu söylemeliyim ki verdiğin ve vereceğin
nasihatlar nafile. Senin de söylediğin gibi ben yolumu seçtim, sende öyle. Ben
sana karışmıyorsam sende bana karışma. Ayrıca uzaktan gazel okumak kolaydır. Bu
işler kitaplarda yazıldığı gibi değil. Senin aklının ermediği şeyler var.
Ayrıca bazı şeyleri elde etmek kolaydır ama reddetmek çok zordur. Dedim ya
senin aklın ermez. Görünen o ki yere göğe sığdıramadığın ülkenin sana benden
daha çok ihtiyacı var, öyle değil mi? Sen hem din adamı hem de milliyetçi
vatansever birisin. Bir başka deyişle sen doğru ben ise sana göre yanlış
yoldayım. Ama bilmek istemediğin yada anlamak istemediğin şey şu; bu da benim
inandığım ve benim davam, benim doğrum. Anlayacağın ben uzayda
yaşamıyorum. Doğduğum, büyüdüğüm
ülkeye uçakla birkaç saat
mesafedeyim. Babaannemin öldüğünü duydum. Memleketten gelen arkadaşlar
söylediler. Lalle de evlenmiş, ne
tesadüf oda ablamın evlendiği köye gelin gitmiş. Görüyorsun ya çok uzakta
değilim. Olanı biteni bende senin kadar biliyorum. Ayrıca beni burada zorla
tutan yok. Akşam karar verip sabah ülkeye dönebilirim. Ama ben kendimi buraya
ait hissediyorum.
Biliyorum yazdıklarım seni inandırmaya yetmiyor ve galiba biz seninle
uzaktan uzağa daha iyi anlaşıyoruz. En azından konuşmalarımız şiddet içermiyor.
Sanki daha medeni şartlar oluşuyor aramızda. Birbirimizin fikirlerini
kabullenmesek de, sende biliyorsun. Ne zaman bir araya gelsek birbirimizi
boğazlamak istiyoruz. Doğru değil mi? İyisi mi bırakalım herkes istediği gibi
yaşasın. Bizim zaten seninle pek parlak paylaşımcı bir geçmişimiz olmadı. İnsan
geçmişin yok olması karşısında kolay avunabiliyor, asıl kabullenilmeyen
geleceğin yok olmayacağını bilmektir. Bütün mücadelemiz geleceğimizin yok
olmasına izin vermemektir. Asıl beni üzen ve aklımdan çıkmayan gençliğimde
tanıdığım ülke değil.
Umarım
bu yazdıklarımdan sonra beni biraz olsun anlar, bir daha sitem ve nasihat dolu
mektuplardan vazgeçersin. Ayrıca sen demez miydin, her insan kendi tercih ettiği hayatı yaşar.
Buda benim tercih ettiğim hayattır. Neden kabullenmiyorsun? Sen sürekli beni kibirli ve bencil olmakla
suçlardın. Yozlaşmanın üstün körü bir demokrasi ve hep kesintiye uğrayan iç
barışla yetinmek istememe, kibir ve hoşgörüsüzlük diye algılanabilir mi? Eğer
böyleyse evet ben kibirliyim ve ülkemdeki haksızlığı ve çarpık düzeni
kabullenemiyorum. Babaannemin öldüğüne üzülmediğimi sanıyorsun, elbette çok
üzüldüm. Öldüğüne değil zavallı kadın bu boş dünyada bir güzel gün görmedi.
Onun hepimiz üzerinde çok emeği var. Sen bilmezsin annemiz her anını her
bahaneyle babasının evinde geçirmeye pek hevesliydi.
Sen
henüz dünyaya gelmemiştin, yine bir bahaneyle babasının evinde kalıyordu.
Ablamla ben aramızda iki yaş farkla ikimizde çocuğuz anlayacağın. O zaman babam
ve amcalarım ayrılmamışlardı, hep beraber yaşıyorduk. Ekmeği ve yemekleri Halil
Amcamın karısı pişirdiğinden, bizim yani ablam ve benim yememize izin
vermiyordu. Sebebiyse anamızın bize bakmadığı ekmek ve yemek işlerinin
kendisinin yapmış olmasıydı. Anamıza inat bize öyle davrandığını da bize açık
açık söylerdi. Zavallı babaannem, yengemden gizli bizim karnımızı doyurmaya
çalışsa da, biz yengemin bize yaptığını gurur meselesi yaparak yemezdik.
Acıktığımızda ise ebe nineye giderek karnımızı doyururduk. Görüyorsun ya
babaanneme üzülmek için ne çok gerekçem ve paylaşımlarım var. Mekanı cennet
olsun. Bilmediğin ya da bilmek istemediğin bir şeyi daha sana hatırlatmak
isterim; hiçbir şey kolay elde edilmiyor.
Kimileri
okuyarak, kimileri ise yaşayarak öğrendikleriyle hayata tutunuyor. Bu bir
tercih meselesidir. Her iki durumda da mücadele ve çile vardır. Buralara yeni
geldiğimde kent merkezindeki bir apartman katında küçük bir dairede yaşamaya
başladım. Kış mevsimiydi şehrin binaları sanki üstüme geliyordu. Sıkıntıdan
patlamak üzereydim. Her şey bana yabancı… Tek ortak dilimiz davamızdı. Zaman
çabuk geçiyordu. Kışın sıkıntısının ardından ilkbahar geldi. Ama benim ruhumda
hala kış mevsimi varlığını sürdürüyordu. Çünkü ilkbahar bana acı çektiriyordu, yaşadığım
dairenin penceresinden yalnızca beton duvar görünüyordu. Ne bir ağaç, ne bir bitki,
nede bir serçenin uçuşunu seyredebiliyordum. Anlayacağın hayatım hiçbir zaman o
günlerdeki gibi boş ve anlamsız olmadı. Huzur bulduğum tek anlar içimde
kurduğum çocukluk hayallerimdi. Çocukluğumda yaptığım gibi hasat mevsiminde
araziye kurulan çadırların etrafındaki çalıların arasında ablamla saklambaç
oynayarak, bazen de babamdan azar işittiğim günleri hatırlarım. işte sana
buradaki hayatımın ilk günleri, çokta kolay geçmedi.
Neyse
ki insan yaradılışı gereği her koşula çok çabuk uyum sağlıyor şimdi artık o
günler çok gerilerde kaldı. Her ikimizde ayrı kulvarlar da yaşam mücadelesi
veriyoruz. Umarım bu mektubu okuduktan sonra artık her şeyi kabul eder, bir daha
bana sitem dolu sözler yazmaktan vazgeçersin. Unutmayalım ki bizi birbirimize
bağlayan sadece kan bağımızdır. Dünyalarımız çoktan ayrılmış desek de ama
bilinir mi hayat bu bir gün bir dönemeçte yollarımız kesişir, gene
karşılaşırız.
***
2008
Aralık
Aradan çok uzun yıllar geçti. Mahir
ile Turan o mektuplardan sonra bir daha
ne yazıştılar ne görüştüler. Ancak vatanından, milletinden en önemlisi de
ailesinden uzaklarda yaşamak, Turan’a pek hayır getirmemişti. Çünkü şimdi akciğer
kanseriyle savaşıyordu. Turan’ın da çok iyi bildiği bir şey vardı ki, onun bulunduğu örgütte gücünü ve sağlığını
kaybeden elemanlar rağbet görmez. Hatta ele ayağa dolaşmasınlar diye kendi
aralarında infaz edilirlerdi. Turan seneler önce Mahir’e yazdığı mektuplarda
belki de farkında olmadan içgüdüsüyle yaşadığı ortamı anlatırken, sanki bir
anlamda bugünkü durumunu anlatmış gibiydi. Mahir abisinin durumunu öğrendiğinde
hem üzülüyor hem de bu anlamda bugünleri çok önceden hissetmişçesine
şaşırmıyordu. O biliyordu ki o örgüte giren insanları iyi bir son
beklemiyordu. Bir diğer yandan memnundu.
Şartlar ne olursa olsun abisi artık
yanlarındaydı. Onunla yakından ilgileniyor hastalığının seyrini birlikte takip
ediyorlardı.
Öte yandan örgüt elemanlarının
yaşamlarıyla liderlerinin yaşamları kıyaslanmayacak şekilde farklıydı.
Liderler lüks içinde yaşayıp sadece
emirler verirken, örgüt elemanları dağ bayır soğuk sıcak demeden yarı aç yarı
tok sadece verilen, emirleri harfiyen yerine getirmekle mükellef değersiz
mevsimlik işçiler gibiydiler. Turan da yaşadığı olumsuz yaşam koşullarında bir
gün mutlaka başına bir şey geleceğini hissediyordu. Ancak o hislerin arasında
şüphesiz akciğer kanserinin hesabını yapmamıştı. Onun hesabı ve korkusu bir gün
bir kurşun darbesiyle vurularak ya bir kayanın ya da çalıların arasında kan
kaybından sahipsiz bir şekilde ölmekti ya da sakat kalıp öldürülmekti. Oysa
şimdi hiç düşünmediği beklemediği bambaşka bir hastalıkla savaşıyor, düzenini
beğenmediği hainlerle birleşerek bölmeye parçalamaya çalıştığı binlerce masum
insanın ölümüne sebebiyet verdiği ülkesindeydi. Hem Turan’ın kanserle olan
mücadelesini kazanıp kazanmayacağını zaman gösterecekti. Fakat o öyle yalnız ve
çaresizdi ki pişmanlığını kendisine bile itiraf etmekten çekinse de gözleri
duruşu davranışları onu ele veriyordu. Mahir abisinin hasta olduğunu yurda
döndüğünü duymuş olsa da o yıllarda Mahir de görev icabı ailesiyle birlikte
yurtdışında yaşıyordu.
Turan bir yanda bu amansız hastalıkla
uğraşırken zaman zaman iç seslerine kulak kabartıyor, bir anlamda kendisiyle
hesaplaşıyordu. Ne garip diye geçirdi içinden. Güçlü olduğun sürece varsın,
gücünü kaybedince düşüşler acı oluyormuş. Şu an kendimi kocaman bir tarlanın
ortasında yalnız büyüyen hastalıklı bir enginar gibi hissediyorum. Kimsenin
beni fark ettiği tek bir söz söylediği yok . Sanki hiç bu dünyada yaşamamışım
kimseler beni tanımamış. Bir dönem sen aslansın, kaplansın, diyerek gaz veren
örgüt liderlerinin şimdi varlığımdan bile haberleri yok. Hastalığımın ciddiyeti
anlaşılınca birkaç kader arkadaşım apar topar beni paketleyip Türkiye’ye
gönderdiler, o kadar. Tek arayanım, vaktiyle arkama bile bakmadan terk edip
gittiğim anam, babam, ablam Kardelen, birde ilkokul döneminden tanıdığım kız
arkadaşım; benim örgütle tanışmama ısrarla vesile olan Hazal. Temelde bir
arayış içersinde olsam da o zamanlar cesaretsiz özgüveni olmayan biriydim.
Dediğim gibi Hazal’ın dayanılmaz ısrarlarıyla örgüte girdim. Hazal derdi ki:
İlk başlarda benim de cesaretim yoktu.
Benim içinde çok zor oldu, sonradan cesaretimi toplayarak birkaç arkadaşla
toplantılarına gide gele, içkiye de başladıktan sonra alışmak daha kolay oldu.
Bir baktım ki bende onlardan biri olmuşum. Sana bir şey söyleyeyim mi? İlk
başlarda tutuk ve tedirgin olursun ama onu yenmesi gereken sensin. Kendini her
anlamda hazır hissettiğinde göreceksin çok önemli biri olacaksın. Örgüt içinde
başarı sağlarsan saygı duyulan sevilen biri olursun. Sende bunu istemiyor
musun? Örgütte göstereceğin başarı oranında derecen yükselir ve saygınlığın
artar.
Hazal bu sözlerle beni etkilemeyi
başarmıştı. Bir başka gün her zaman katıldığı toplantıya beni de götürdü. Hem
şaşkın hem de endişeliydim. Böyle bir toplantıyı belki de hayatım boyunca
düşlemeyecektim. Hazal’ın elime tutuşturduğu bir içki bardağına uzun uzun
baktım. Sonunda bir dikişte hepsini içtim. Kimse benim ne yaptığımla
ilgilenmiyordu. Herkesin elinde bir kadeh, kahkahalar havada uçuşuyordu. Başım
dönüyor, içinde bulunduğum mekan dönüyor,
her şey dönüyordu. O toplantıdan tek hatırladığım; elimde bir bardakla o
koltuktan kalıp ötekine oturduğumdu. Herkes sarhoş olup ayaklarıma takılmaya
başladıklarında beni fark etmeye başladılar. İşin kötüsü Hazal da ortalıklardan
kayboldu. Kimseyi tanımıyor, gözlerimle etrafı kolaçan ederek Hazal ı arıyor
olsam da nafile. Sanki Hazal buhar olup havaya uçmuştu. Ortalığa adeta ölüm
sessizliği çökmüştü.
Her biri bir kuytu köşeye çekilmiş
anlaşılmayan fısıltılarla sözüm ona konuşuyorlardı. Bir an sebebini
anlayamadığım bir hüzün çöreklendi içime. Toplantıda eşi olmayan bir ben
vardım. Düşünmeden edemedim acaba günün birinde aşkın ne anlama geldiğini bende
öğrenebilecek miydim? Sonraki zamanlarda anladım ki o gün bu arkadaşların
yaşadıkları, sadece bir boşluğu doldurmaktan ibaretmiş. Aşkın saflığı,
berraklığı buralarda barınamazdı. Oysa Hazal’la ilk tanıştığımızda benim ona
karşı duyduğum samimi ilgi karşılıksız değildi. Ya da ben öyle sanıyordum. Sonraki
dönemde anladım ki Hazal’ın bana olan ilgisi bir örgüt planından başka bir şey
değilmiş. Maksat genç ve güzel kızları kullanarak örgüte eleman kazandırmakmış.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da yanıldığımı anlasam da artık çok geçti.
Çünkü gençliğimde sağlığımda iflas etmişti.
***
Mahir Edirne’nin İpsala ilçesindeki
ilk imamlık günlerini anlatıyordu ablasına:
Abla bu imamlık işini çok sevmesem de yöre halkını çok sevdim. Hepsi
saygılı ve temiz insanlar. Düşünsene ben 19 yaşında bir imamım yani bir çoğunun
torunu yaşındayım ve onlar benim arkamda namaz kılıyor, ben ne söylesem
saygıyla dinliyor ve bana itibar ediyorlar. Ah birde şu cenaze yıkama işi
olmasa her şey daha iyi olacaktı. Cenaze diyince Kardelen dikkat kesildi:
-Ne demek cenaze işi olmasa? Bir şey
mi oldu?
-Yıkadığım ilk cenazeden biraz tedirgin
oldum galiba.
- Nasıl yani Mahir?
Anlatmak istediği şeyi bir türlü
anlatamıyordu, boğazına bir şeyler düğümleniyor, yüzüne ergen bir çocuğun
samimiyeti yayılıyordu. Bu durum Kardelen’i daha da endişelendirmiş olsa da
aldığı cevap: ‘Bir şey yok abla’ idi.
-Bir şey yoksa neden öyle kızarıp
bozarıyorsun?
- Abla
sakin ol, Edirne’ye gidip göreve başladığımın ilk haftası bir cenaze yıkamam
gerekti.
Mahir
büyük bir heyecanla anlatıyor anlatırken de o anları adeta yeniden yaşıyor gibi
heyecanlanıyordu.
Yıkadığım ilk cenaze oldukça ilginçti, ya da bana öyle geldi. Mevta orta
yaşın çok üstündeydi. Kitaplarda ve hocalarımızın anlattığı biçimde yıkamaya
çalışırken sıra kollarından aşağıya sabunlamaya geldi. Bir elim sabunlu keseyle
ovarken diğer elimde elini tutuyordu, fakat bir anda tuhaf bir şey oldu.
Yıkamakta olduğum mevtanın elimi sıktığını hissettim. Birden irkildim. Hem
korktum hem de endişelendim. Yoksa bu adam henüz ölmemiş miydi? Kalbi durdu da
öldü mü sandılar. Elim ayağım korkudan titrese de, çaktırmadan biraz yavaşlayarak nihayet
kefenleme işini tamamlayıp, mevtayı defnedebildim. Ama abla sanki ömrümden beş yıl gitti. Kafam
karma karışıktı. Sanki aklımın yarısını mevtayla birlikte mezara gömmüştüm. Diğer
yarısı da sanki benim vazifemmiş gibi, ölüm sebebini araştırmak istercesine
mezarlıktaki kalabalığın arasından, yakınlarını aramaya başladım. Sağa sola
sorarak sonunda oğlunu buldum.
Önce
tedirginliğimi bastırmaya çalışarak taziye dileklerimi bildirdim. Ardından
usulen babasının nerede ve ne zaman öldüğünü sordum. O da hastanede öldüğünü bir gecede morgda
kaldığını söyleyince duyduğum endişe biraz azaldı. Koşar adımlarla mezarlıktan
ayrıldım, derin bir nefes aldım. Sanki adam arkamdan geliyormuş hissine
kapılmaktan bir türlü kendimi alamıyordum. Anlayacağın imamlığın ilk haftasını
bu telaşla geçirdim. Şimdi dua ediyorum kimse ölmesin.
- Abla yüzündeki ifadeye bakılırsa gene nutuk
çekmeye başlayacaksın.
-Nutuk
olarak kabul etme gerçekler diyelim daha uygun olur. Kısa yoldan hayata atılmak
ekonomik özgürlüğünü kazanmak isterken bu gibi durumları düşünemezdin. Elbet
imamlık kutsal bir vazife olsa da senin yaşındaki bir genç için uygun değil. Bu
tür zorlukları yaşayacaksın ama ne derler kendi düşen ağlamaz. Alışacaksın
elbet insan neye alışmıyor ki? Ayrıca tecrübe dedikleri şey böyle kazanılıyor.
Hayata erken başladın. Yavaş yavaş öğrenecek ve büyüyeceksin. Bir bakmışsın ki
seneler su misali akıp geçmiş. Henüz 19 yaşındasın. Bu yaşlarda insan
enerjisini sığdıracak yer bulamaz. Bir yerden diğer bir yere zıplayıp durur.
Senide İpsala’ya fırlattı. Bu davranışlar lüzumsuz kaçışlar gibi görünse de o
bir kaçış değil, kişilik temelini oluşturan taşlardır. Çünkü hiçbir tümseğe
takılmadan tökezlemeden gelişen yaşam gerçek yaşam değildir. Her zaman söylerim
yaşın genç olmasına rağmen, böyle berrak düşüncelerin bu yaşta imam olacak
kadar cesaretin olduğu ve ne yapacağını bildiğin için çok şanslısın
- Ay
abla söylediklerinde haklılık payı olsa da, bu bir nasip işi. Kabul ediyorum
içinde yaşadığım şartlar benim sorgulayan aykırı karakterim kısa yoldan hayata
atılma isteğimi körükledi. Ancak yine de düşünmek gerekiyor acaba seçen ben
miydim? Yoksa seçilmiş miydim? Asıl olan budur. Hatırlasana bizim evde ve köyde
yaşayanların kaderi de farklı sayılmazdı. Sanki hepsi ölmüş, rüzgar onlardan
geriye kalan bütün anıların üzerinden geçerek adeta cilalamıştı. Ben ise
kendimi fırtınada kaybolmuş yolcu gibi hissediyor, bir çıkış yolu arıyordum. En
iyisinin kısa yoldan hayata atılmak olduğunu düşünüyordum. Hem sen demez misin
insanoğlu her koşula alışacak şekilde yaratılmıştır. Ben de bir zaman sonra
işime alışacağıma inanıyorum. Yeter ki bir süre kimse ölmesin. Çünkü hala o
cenazenin elimi sıktığını hissediyorum. Onun hakkında bilgi edinmeyi çok
isterdim. Nasıl bir insandı? Nasıl bir
yaşam sürüyordu? Lakin edinemedim. Oğlu fazla konuşmak istemedi. Sanıyorum
sadece hastanede öldü demekle yetindi. Bu mesleği seçmem pek kolay olmadı.
Notları benden daha düşük olan arkadaşlarım çeşitli fakültelerde okurken benim
bu yaşta ücra bir köy imamı olmam tesadüf değildir, ilahi takdirdir.
Hoca yaşadıklarını ilahi takdirle
sınırlasa da, endişesi sadece cenazenin elini sıkmasıyla sınırlı değildi.
Ablası Mahir’ e hissettirmek istemese de onun durumuna çok üzülüyordu.
Kardelen’e göre kardeşi henüz çok gençti, top koşturacak yaştaydı.
Mahir’in yaşı gençte olsa hayata farklı
pencereden bakıyordu. Başka bir sıkıntısı daha vardı ama ablasına söyleyip
söylememekte kararsızdı. Zaten mutlu bir hayatı olmayan ablasını, kendi
endişeleriyle üzmek istemiyordu. Ancak Kardelen Mahir ile öylesine
bütünleşmişti ki onun her halini, tıpkı bir anne sezgisiyle hissediyor, o meyanda
üstüne gidiyordu.
-Bence senin başka bir sıkıntın var.
Hadi anlat. Hem anlatırsan ikimizde rahatlarız.
-Yok abla, senden saklayacağım bir
sıkıntım olabilir mi? Dediğim gibi, sadece o cenazenin etkisinden kurtulmaya
çalışıyorum. Hepsi bu.
Ablası çok üzülmüş olsa da, Mahir’e
yansıtmıyor. Ortalığı yumuşatmaya çalışıyordu.
-Oğlum, unut gitsin. Adı üstünde ölü, Sen asıl
yaşayanlardan korkacaksın; onlardan kötülük beklenir. Zavallı cenaze ne
yapabilir ki? Sen burada onu düşünürken, o şimdi kendi hesabını vermekle
meşguldür. Unut gitsin.
-Abla inanılmazsın, bundan da bir mizah
konusu çıkardın ya, nasıl beceriyorsun? Anlamıyorum.
-Eee hayat öğretiyor her şeyi. Sen de
öğreneceksin. Ayrıca bu hayatı çok ciddiye almak gerekmez. Veysel’in dediği
gibi ‘İki kapılı bir handır.’ Birinden giriyorsun, diğerinden çıkıyorsun hepsi
bu işte.
Hocaya caminin avlusunda lojman tarzı
küçük bir ev vermişlerdi. Vazifesi bittiğinde orada yaşıyordu. Burası hem
camiye yakın, hem de kendini yalnız hissetmediği bir mekandı.
Bir öğlen namazı sonrası, evine
gittiğinde masanın üzerinde ağzı kapalı küçük bir tencere gördü. Evin kapısı
kilitlenmemiş olmalı ki, komşulardan biri rahatça içeri girmiş, muhtemelen
öğlen yemeği getirmiştir diye düşündü. Ardından garip bir şüpheye kapılmıştı.
Aynı zamanda siyah kuşak karateci olan hoca iki metre kenara çekilip uçarak
tencereye öyle bir tekme savurur ki; tencere içindeki kuru fasulye ile birlikte
havaya savrulur. Bu duruma kendisi de kahkahayla gülmüş olmasına rağmen,
ortalığın pisliğini temizlemekte ayrıca bir külfet getirir hocaya. Ancak hoca
kaygılanmakta haksız sayılmazdı.
Çünkü o dönemde sağ sol çatışmaları
nedeniyle, insanlar birbirlerini öldürmek için tuzaklar kuruyorlardı. Bubi
tuzakları belki de en şaşırtıcı olanıydı. Çöp kutularına eski püskü poşetlere
sarılmış bombalar koyarak, öldürmek istediği insanları bu şekilde ortadan
kaldırıyorlardı. Aynı şekilde süslü püslü çiçek paketleri veya başka albenili
bir paket göndererek sayısız insanın canına kastediyorlardı.
Hoca da bu çatışmaların tam ortasında
olan MHP Teşkilatına mensup biri olduğundan temkinli, davranması doğaldı. Tabi
bir tekmeyle dağılan kuru fasulyenin bu kadar iş çıkaracağını
düşünememişti.
***
2010 Paris
Hoca Paris’teki yaşamına devam etse de, aklı adeta üçe bölünmüştü. Bir
kısmı Ankara da çocukları ve torunlarında, bir kısmı Strazburg’ta yaşamına her
açıdan anlam kazandıran Dilemma da, bir kısmı da Paris teki tek kişilik
çelişkilerle dolu yaşamında kalmıştı. Ne kadar gayret etse de bu çıkmazlardan
kurtulamıyordu. Bazı geceler yalnızlık kuyusunda boğuluyor, göğüs kafesi
kalbine dar geliyordu. Bu gecelerinden bazılarında Ankara’daki evini yani
ailesini arayıp, konuşmak istiyordu. Fakat bu konuşma yalnızlığını bir kat daha
arttırıyordu. Dünyanın neresinden ararsa arasın karısının itici sözlerine,
kavgadan beslenen saldırganlığına, maruz kalmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Neden bilinmez bir süre sonra karısının yaptıklarını unutmuşcasına uğradığı
haksızlıklara rağmen ailesini aramayı ihmal etmiyordu. Her defasında bu defa
hatasını anlamıştır umuduyla arıyordu karısını. Belli ki hocanın anlamak
istemediği bir şey vardı, can çıkmadan huy çıkmaz.
Bir akşam hoca yine evini arıyordu, belki bir teselli bulur
düşüncesiyle. Ancak her seferinde düş kırıklığına uğradığı bir yana, otuz
yıllık geçmişlerinde yaşanan küçük güzel anıları kırıp dökmekte tereddüt etmeyen
karısına söyleyecek söz bulamayıp, sessizce telefonu kapatıyordu. Tekrar
yalnızlığına dönen hoca, kime sitem etmeli? Kimi suçlamalı? Bilememenin
ızdırabı içinde yaşıyordu. Eğer bunun adı kaderse, razı gelmek gerektiğini
düşünüyordu.
Hoca telefonu kapattıktan sonra, her koşulda annesinin yanında yer alan,
babasını sadece ekonomik kaynak olarak gören oğlu Ozan her nasılsa annesini
uyarma ihtiyacı hissetti. Bak anne babam ne zaman arasa ona bu şekilde
saldırman doğru değil. Adam bir yerde düşüp ölürse, vicdan azabı çekersin benden
söylemesi.
Hayatı boyunca beslendiği ve mutlu olduğu tek kaynağı kavga olan hocanın
karısı Nadire; oğlunun söylediklerini duymazdan gelerek, saldırgan
konuşmalarını hala sürdürüyordu. Adeta bununla tatmin oluyordu.
Hoca ise karısının sebebiyet verdiği gerginliği haftalarca üzerinden
atamıyordu. Sanki içinde fokur fokur kaynayan bir kazan varmışta, aniden kapağı
açılmış, içinde bütün buhar basınçla dışarı çıkmıştı. Ne yazık ki bu kapağı
kaldıran Nadire den başkası olmuyordu. Bu durum anneleri tarafından örgütlenen
çocukları da etkilemiş olmalı ki, çok uzaklarda olan babalarına karşı sürekli
tavır alıyorlardı. Hiç bir özel günde Hocanın dört gözle beklediği telefonu
çalmıyordu. Bu durum hocayı kahretse de içine gömmekten başka çare bulamıyordu.
Kendi deyimiyle paramparça hayatına kaldığı yerden devam ediyordu.
Uzaklarda da olsa onu Dilemma’dan başka anlayanda, sevende yoktu. Onlar
birbirlerini katıksız, karşılıksız seviyordu. Hoca içinde kocaman bir boşluk
taşıyordu. Sanki bu boşluk her geçen saat, her yeni dakika biraz daha
büyüyordu. Böyle durumlarda gözü hep Dilemma’yı arıyordu. Onunla konuşmak
hocayı hem mutlu ediyor hem de içinde bulunduğu sıkıcı ruh halinden
uzaklaştırıyordu.
Sıkıcı geçen bir gecenin ardından, ertesi sabah berbat bir şekilde
uyandı. Sanki üzerinden tonlarca yüklü kamyonlar geçmişti. Birkaç gecedir geç
saatlere kadar uyumağından vücudunun ritmi şaşmıştı. Küçük odasında bir sağa
bir sola gidip gelirken, tek dayanağım, umut ışığım, yaşam kaynağım dediği
Dilemma’yı düşünüyordu. Gözü sürekli bilgisayardaydı. Onun sesini duymaya
ölesiye ihtiyacı vardı. Bilgisayardan her hangi bir sinyal gelmiyordu. Uyumuş
mudur diye geçirdi içinden. Kendisi arayıp aramamak arasında gidip gelirken,
işte tam o sırada bilgisayardan sinyal sesini duydu. Birden çok heyecanlandı.
On sekizlik gençler gibi eli ayağı birbirine dolaştı. Koşarak bilgisayarın
başına oturdu. Kamera açıktı Dilemma’yı çok net görebiliyordu. İkisi de
gülümseyerek baktılar birbirlerine. Ancak Dilemma’nın yüzü solgun ve
endişeliydi. Hoca heyecanla sordu.
-Neyin var Dilemma? Hasta mısın yüzün solgun görünüyor?
-Yok hasta değilim ama dışarıda fena
halde yağmur yağıyor, gök gürlüyor, şimşekler çakıyor. Galiba biraz korkuyorum.
Hoca bu duruma çok üzülse de Dilemma ya belli etmemeye çalıştı.
-Korkma Dilemma bak ben buradayım.
Dilemma bu sözlerle hem rahatlamış, hem de asık yüzü gülmüştü.
Bulundukları şehirler arasında binlerce kilometre mesafe vardı. Hocanın verdiği
güven duygusu Dilemma’yı o anki korkularından uzaklaştırmaya yetiyordu.
Onlar çok uzaklarda olsalar da birbirlerini nefesleri kadar yakınlarında
hissediyorlardı. İkisinde gülme krizi bittikten sonra ilk konuşan hoca oldu.
-Dilemma ikimiz de neden güldüğümüzü biliyoruz değil mi?
-Evet.
Dilemma
kesik kesik gülmesine devam ediyordu.
-Biliyorum aramızda çok uzun mesafeler var, ben kalmış diyorum ki korkma
ben buradayım. Bilmen gereken bir şey var insan kendinden fazla severse birini
o sevdadan aldığı güçle her türlü kötülükten onu koruyacağına inanır. Düşünsene
bir zamanlar el olan, varlığından bile haberdar olmadığın birini şimdi canından
bir parça gibi seversen uzaklar yakın olur. Onun canı yandığında, senin ki daha
fazla yanar. Dilemma insan sevginin hakkını vermeli. Öylesine büyük ve güçlü
sevmeli ki sonunda yolu Tanrı ya varmalı. Öyle güçlü bir aşk olmalı ki dünyanın
gizemini aşktan aldığı güçle çözebilmeli. Ardından aşk acısı çekmeli ve mutlaka
kaybetmek nasıl bir duygu, sahip olmak nasıl bir değer aşk bunları öğretmeli.
Kalbinin tam orta yerinden bıçak darbesi almışçasına yaşamaya devam etmeli.
Özlemek neymiş, hasret nasıl yakıp kavurur aşkın ızdırabını çekerken
anlayabilmeli. Zamanın durmasını istemeli. Bitmeyen gecelerde, sayısını
bilmediği sigarasını yakarken teselli bulmalı. Kısacası Dilemma her insan
mutlaka aşkı tatmalı. Terkedilmeli, acı çekmeli, bütün bunları yaşamalı ki
başkalarını anlayabilecek olgunluğa ulaşabilmeli. Bir başka deyişle; kibrin,
küstahlığın, bencilliğin yok olması için herkes aşk ateşinde yanarak,
ruhunu terbiye etmeli. Yani insan olmaya giden yol aşktan geçmeli.
Ben ki
gözlerimi aşk denen güzelliğe kapatmıştım. Sen benim gözlerimi açan saf
gerçeğim, ellisinde yüreğime baharı getiren gonca gülümsün.
Dilemma
hocadan bu sözleri duyduktan sonra dışarıda yağan binlerce metreküp yağmuru,
onu korkutan gök gürültüsün, binlerce volt
elektiriği aratmayan şimşekleri unutmuştu. Gözlerini kapatmış hüzünlü,
tatlı bir masal dinler gibi hocayı dinliyordu. Artık korkmuyordu. Hoca doğru
söylemişti. Sanki yanı başındaydı. Dışarıda gök delinse, Strazburg’u sel
götürse Dilemma’nın umurunda değildi. Onların birbirlerine karşı hissettikleri
aşktan da öte bir şeydi. Hoca konuşmasına öylesine sarhoşmuşcasına yapıyordu
ki. Dilemma adeta dili tutulmuşcasına dinliyordu. Sanki kıpırdasa ve ya bir şey
söylese bu masalsı atmosferin büyüsü bozulacakmış gibi hissediyordu.
-Dilemma
ben bu aşktan korktuğumdan uzaklara geldim. Ama seni içimden atmayı
beceremedim. Sanki sen benim kaderimsin. Dilemma sen öyle bir şeysin ki içimden
atsam da geri geliyorsun. Toprağa gömsem yeniden yeşilleniyorsun. İçimde
yakıyorum, küllerinden yeniden doğuyorsun. Sen nasıl bir şeysin Dilemma.
Bilgisayar başında ne kadar vakit geçirdiklerini ancak sabah namazı
alarmı çaldığında fark ettiler. Hocanın mescide inerek cemaate namaz kıldırması
gerekiyordu.
-Görüşmek üzere Dilemma biliyorsun benim vazifem başladı. Hadi sende
kapat. Yağmur dinmiştir biraz uyu, dinlen.
Bilgisayarı kapattıkları zaman her ikisi de kendi şehirlerine,
yaşantılarına, geri dönüyorlardı.
Hayatın her noktasında, karşısına
çıkan Dilemma’nın hayali, namaz kılarken de dikiliyordu hocanın karşısına. Bu olsa olsa şeytanın hilesidir diye düşünse
de bu durumla başa çıkması güçleşiyor ve namazına odaklanamıyordu.
Prensiplerine bağlılığıyla bilinen hocanın durumu cemaatte bazılarının
dikkatini çekse de, kendi aralarında farklı yorumlar yaparak, hocaya olan
saygılarından dışarıya yansıtmıyorlardı.
Dilemma cephesinde de durum farklı değildi. İki dakika önce mutluluktan
ışıl ışıl parlayan gözleri şimdi derin bir hüzünle yer değiştirmişti. Çünkü bu
ayrılık Dilemma’nın da dayanamayacağı kadar ağır ve belirsizdi. Çaresi
sabrederek gündelik hayatına devam etmekti. Dilemma, hocayla bir gün mutlaka
kavuşacaklarına içtenlikle inanıyordu.
Hoca,
zaman zaman elli yıllık hayatını gözden geçirerek değerlendirmesini yapıyordu.
Yaşamını iki boyutlu değerlendiriyordu; Dilemma’dan öncesi ve sonrası. Dilemma
ile olan ilişkisi duygusallık öteye gitmese de o kendini dünyanın merkezindeki
en mutlu insan gibi görüyordu. O da tıpkı Dilemma gibi bir gün mutlaka mutlu
olabileceklerinin ihtimaline inanıyordu. Sabah namazından sonra öğlene kadar
biraz uyuması gerekiyordu.
Dilemma uyuyamamıştı. Tekrar bilgisayar başına oturup hocadan gelen eski
mesajları tekrar tekrar okuyordu. Birçok defa okuduğu bu mesajları hızlı hızlı
geçiyordu ki dikkatini çeken kısa bir mesajı fark etti. Sanki onu okumamış yeni
bir mesajmış gibi okumaya başladı. Bu mesajda şöyle yazıyordu:
Biliyor
musun Dilemma? Bizler akılcı kararlar alıp planlar yaparak hayatımızın akışını
değiştirebileceğimizi zannediyoruz. Nasıl ki balıklar yüzdükleri okyanusu
işitemiyorlarsa, insanlarda ne kadar akılcı davranırlarsa davransınlar kaderin
önüne geçemezler. Geçebileceklerini zannetseler de sadece kendilerini kandırır,
sahte beklentiler ve hüsranlar yaratırlar.
***
Çeşitli sıkıntılarla yıpranan Turan’ın
bedeni, hiç beklemediği amansız hastalığa yenik düşmüştü. O artık hasta
yatağında dayanılmaz ağrıların şiddetine var gücüyle dayanmaya çalışıyordu. Öte
yandan güçte olsa, geçmişiyle yüzleşerek pişmanlıklarının muhasebesini
yapıyordu. Ablası Kardelen ve Hazal’dan başka ziyaretine gelen kimsesi yoktu.
Köyde yaşayan yaşlı, anne babası henüz haber almamışlardı. Gerçi ikisi de ileri
yaşta ve alzehiemer hastasıydılar. Pek çok şeyi hatırlamıyorlardı. Kardelen
kendi işlerinden ve çocuklarından zaman buldukça hemen kardeşine koşuyor, bir
ihtiyacı olup olmadığını soruyordu. Hazal ise bir an olsun Turan’ı yalnız
bırakmıyor. Her şeyi ile inanılmaz bir özveri ile ilgileniyordu. Kardelen
gitmeden önce genellikle telefon eder öyle giderdi. O gün de öyle yaptı önce
telefon ederek Turan ile konuştu. Fakat Turan’ın sesi iyi gelmiyordu. Nasılsın
dedi Kardelen.
-İyi değilim abla. Ağrılarım çoğaldı,
ayrıca dün gece başım döndü bazı yerlerimi yaraladım.
Ablası üzüldüğünü belli etmeden;
-Birazdan
geliyorum konuşuruz.
Diyerek telefonu kapattı.
Gözleri dolu dolu olmuştu. Kapıyı
çaldığında Hazal açtı. O da üzgündü. Nasıl uyuyor mu? Diye sordu Kardelen.
Hazal hayır sizi bekliyor diye yanıtladı.
Kardelen, Turan’ın yattığı odanın
kapısını gülümseyerek açtı. O da ablasını görünce, ışığı azalmış zayıf bir
ampul gibi parladı gözleri. Ne iyi ettin de
geldin abla sende olmasan kapımın zilini çalan olmayacak dedi.
-Haksızlık etme Hazal bütün sülaleye
bedeldir. Baksana kızcağız seni bir an yalnız bırakmıyor. Ayrıca sen nasıl
becerdin kendini bu hale getirmeyi? Yüzün başın yara bere içinde?
-Bende bilmiyorum abla, gece boyunca
başımın içinde kalabalık isimler. Belirli belirsiz sesler, gölgeler, yüzler.
Sinir bozucu ateşböcekleri gibi uçuşup durdular. Yarı uyur, yarı uyanık bir
haldeydim. Bundan olsa gerek tuvalete giderken galiba başım döndü ve düşüp
başımı çarptım. İşte gördüğün gibi bu haldeyim. Elimde değil abla ben
çağırmıyorum bu kalabalığı, kafamın içi
curcuna gibi oysa ben ayaklarımı yeniden yere basmak istiyorum. Kim bilir belki
de yeni bir hayat kurarak, dünyaya farklı bir pencereden bakmayı da
becerebilirim.
Dediğim gibi aklım karma karışık. Galiba
hüküm verme yeteneğim ve karar mekanizmam zayıflamış. Belki de bu boş
hayallerle kendimi avutuyorum.
Turan’ın gece yaşadığı bu çalkantılı anın
arka planın da yirmi yıl önce yaşanmış dramlar ve pişmanlıklar rol oynuyordu.
Kaybettiği arkadaşları, vatanın içine düştüğü buhranlara sebebiyet verenlerden
biri olmakla birlikte, körü körüne paramparça edilen hayatlar, bütün bu
kargaşalar, adeta beynini kemiren yarasalar hastalığın verdiği acılardan daha
fazla acı veriyordu.
Yalancıktan da olsa zaman makinasını geriye sarmak istiyordu ama
saramıyordu. Yorgun hissediyor, uyumak hiç uyanmamak istiyordu. Açıkca itiraf
ederek;
-Abla hiç huzurlu değilim. Beynimde birbiriyle çatışan farklı köylerden
gelmiş köpekler var. Sürekli birbirlerine havlayarak beynimi işgal etmiş
benliğimi ele geçirmişler. Artık bitsin bu işkence, yaşamak istemiyorum.
Kardelen konuyu değiştirmek istercesine nazikca sözünü kesti.
-Sen dün gece tuvalete giderken neden Hazal’ı uyandırmadın?
-Uyandırmak istemedim. Belki ilerde durumum daha kötüye giderse şimdiden
bıktırmak istemiyorum. Hem yüzümdeki yaraların ne önemi var. Ben sana yaşamak
istemediğimi söylüyorum.
-Anlıyorum ama Yüce Yaradanın bize verdiği ömrü sonlandırma yetkisine
sahip değiliz. O bizi bu dünyaya gönderdiğinde, bize sormadığı gibi yanına
alırken de bize sormaz. Onun bize verdiği canı onun izni olmadan
sonlandırmamıza izin vermez.
Turan çocuksu masum bakışlarını ablasında
yoğunlaştırarak.
-Bilmem farkında mısın? Ben bu dünyaya gelişimle bir fark yaratmadım.
Büyük devrimlerin hayallerini kurarken şimdi tükenmiş bir şekilde ölüme
hazırlanıyorum. Altyapısını kurduğumu sandığım bütün hayallerim uçup gitti. Ben
ise ölmek üzereyim. Ne tuhaf senelerce öylesine ölüm olgusuna alışmış ve
kanıksamıştım ki bir gün kendiminde bu şekilde öleceğini, hele de bu hastalıkla
yavaş yavaş acı çekerek öleceğini hüç düşünmemiştim.
Turan’ın bakışları ve yüzündeki ifade
çok sey anlatıyordu. İç hesaplaşmasının hepsini değilse bile çoğunu bitirdiğini
manen olgunlaştığını gösteriyordu. Bu bir anlamda ölüm korkusuydu. Bir başka
deyişle ölmeden evvel ölmeyi öğreniyordu.
Turan yurda döndükten sonra her şey o
kadar hızlı gelişti ki her dakika, her saniye ölüme yaklaştığı çok bariz
hissediliyordu. Ablasının yüzüne bakarken dudaklarında dökülen kelimeler
oldukca dokunaklıydı.
- Abla bana verilen süre kısalıyor ve ben
isyan etme noktasındayım.
Kardelen kardeşinin ellerini avuçlarının
içine alarak fersizleşen gözlerine baktı. Teselli edici sözcükleri bulmakta
zorlanıyordu. Kendinin bile inanmakta zorlandığı şu cümleler döküldü
dudaklarından ürkek ve kısık bir sesle;
-
Biz seninle birlikte atlatacağız bu hastalığı. Diyordu.
Ama
Turan bu sözlerin samimiyetten çok uzak olduğunu biliyordu.
-
Abla doktorlar çok kısa bir zamanımın kaldığını söylediler. Sence de
yanılmış olabilirler mi?
-
Elbette olabilirler. Çünkü son kararı verecek olan doktarlar değil, Yüce
Yaradandır. Diyordu Kardelen.
Sürekli bakışlarını kaçırıyordu kardeşinin üzerinden, Turan’ın
sorularına cevap arayan bakışları sürekli ablasının üzerindeydi.
-Anlamıyorum abla hayatta bir çok şeyle savaşıyor bir çoğunu da
kazanıyoruz. Ama anlaşılan o ki kanserle olan savaşımı kazanamıyorum ve galiba
kazanan da yok öyle değil mi?
Kardelen’in sabrı taşıyordu sert bir
ses tonuyla kardeşine çıkıştı.
-Rica ederim kes şunu. Kendine
yüklenmekten vazgeç her şeyi zamana bırak.
-Hangi zaman abla? Görmüyor musun benim
zamanım tükeniyor.
Kardelen gözlerinden akan yaşlara
engel olamıyor, artık ne dinlemek ne de konuşmak istemiyodu.
Turan hastanedeki küçük odasında aladığı
morfinin etkisiyle, dalgın gözlerini yatmakata olduğu odanın tavanında
amaçsızca gezdiriyordu. Sanki kendi zaman tünelinde kısa bir yolculuğa çıkmış
gibi.
Yirmi yıllık hayatında hiçbir zaman şu
anki durumunu düşünmemiş olması geçiyordu içinden. Her an kör bir kurşun
darbesiyle öleceğini düşünürken, bir yılı aşkın bir süredir ne bir kurşun sesi
ne bir barut kokusu olmaksızın, sadece aldığı ilaçların ve morfin kokusundan
başka bir koku çekmiyordu burnuna.
Turan’ın son hastaneye yatışının dördüncü günüydü. Aslında hastanede
yapılacak hiçbir şey kalmamıştı ya iş olsun diye bir takım müdahaleler
yapıyorlardı. Kardelen ve Hazal bir an olsun başından ayrılmıyorlardı.
Birbirlerini tanımadıkları halde birbirlerinden adeta güç alırcasına
kenetlenmişlerdi. Turan yatağından güçlükle doğruldu. Zeytin karası gözlerinden
yağmur tanelerini aratmayan yaşlar süzülüyordu yanaklarına. Her geçen dakika
nefesi biraz daha daralıyor ve azalıyordu. Son zamanlarında köyden gelen yaşlı
anne babasıda Turan da kalıyorlardı. İkiside alzehiemer hastası olmalarına
rağmen, Hazal’ı takıntı haline getirmiş sürekli didişip duruyorlardı. Ancak
Hazal her şeye rağmen Turan’ı bırakmayı düşünmüyor, eğitimli bir köpek
sadakatiyle Turan’ın hizmetini yapıyordu. Turan yeniden yatağına uzandı. Uyur
gibi gözleri kapandı.
Kardelen hem kardeşinin sona yaklaşan
halini görmemek hem de hava almak için dışarı çıktı. Geçtiği koridorlardan oda
kapıları açık olan hastaları gözetliyordu. Hepsinin durumu acınaklıydı.
Aralarında dikkatini çeken bir şey vardı. O koridorlardaki hasta yakınlarının
birbirlerine en yakın akrabadan daha yakın davranıyor sanki herkes birbirinin
gözüne bakıyordu. Birinin yardıma ihtiyacı olduğunda koşarak yardımcı
oluyorlardı. Bir başka deyişle oralarda ne sınıf farkı ne sosyoekonomik ne de
makam mevki farkı gözetilmiyordu. Orada yaşayan insanların sorunları da acıları
da ortaktı. Yaşlısı genci hatta çocuk olanları dahil bir anlamda sıralarını
bekliyordu. Kardelen yarım saat sonra odaya döndüğünde orta yaşlı bir doktor ve
bir hemşireyle karşılaştı. Doktor ve hemşire yatak örtüsünü hastanın başına
çekiyorlardı. Durumu anlayan Kardelen bir an doktorla gözgöze geldi. Doktorun
dudaklarından herkesin anlayabildiği klişe sözler dökülüyordu. ‘Başınız sağolsun
hastayı kaybettik’. Evet doğruydu Turan bu dünyadan yaşadığı gürültülü hayatın
aksine sessizce ayrılmıştı. Turan’ın cenazesi prosedür gereği morga kaldırıldı.
Eşe dosta haber verildi.
Almanya’ da yaşayan Mahir Hocaya,
Kardelen haber vermek istiyordu. Hoca genellikle öğle namazıyla ikindi namazı
arasında Türk çocuklarına Kur-an ve din dersleri veriyordu. Ders arasında
telefonu acı acı çaldı. Arayan numara Türkiye’yi gösteriyordu. Hocayı
adalandıramadığı bir telaş sardı. Çünkü onu Türkiye’den kimse aramazdı.
Çocukları henüz küçük olduğundan ailesi ile Almanya’da bulunuyordu. Telefonu
açarken elleri titriyordu. Tuhaf bir duygu içindeydi. Avizeyi kulağına
dayadığında ise sevinsin mi yoksa üzülsün mü bilemedi. Çünkü arayan
Kardelen’den başkası değildi. Ablasının sesini duyduğunda boğazına sanki bir
yumruk tıkanmıştı. Alacağı haberi tahmin ediyormuşcasına hal hatır bile
sormadan birkaç saniye ikiside sessiz kaldılar. İlk konuşan hoca oldu.
-Abla hayrola? Korktuğum şey mi? Dedi.
-Ne yani sen Turan’ın hasta olduğunu
biliyor muydun?
-Elbette biliyorum uzaklardayım diye
sizleri unuttuğumu mu sanıyorsun? Ayrıca o Hazal denen kız hiç başından
ayrılmıyormuş. Anamla babamda gelmişler İstanbul’a son duyumlarım bunlar.
-Mahir biliyor musun Turan’ı bu işlere
bulaştırdı diye hepimiz Hazal’a kızgınız ama son nefesine kadar bir an olsun
başından ayrılmadı. Üstelik anamla babamın hizmetini de yapıyor.
- Nasıl yani Hazal örgütte değilmiydi. Nasıl gelebilmiş ki?
- Orasını bilmiyorum. Belki de bir yolunu
bulup kaçmıştır. Biliyorsun pişman olanların bazıları bir fırsatını
buldular mı kaçıyorlar. Belki Hazal da
öyle bir fırsat yakalamıştır. Bir yıldır Turan’la kalıyordu. Şimdi ne yapar
bilmiyorum. Ayrıca sen madem Turan’ın hasta olduğunu biliyordun neden bir kere
bile telefon etmedin. Hep senin aramanı bekledi.
-
Hiç sorma abla onu ben de bilmiyorum. Birkaç kez niyetlendimse de
yapamadım işte.
-
Peki defnetmeye gelecek misin? Gelmem lazım. Mümkün olan en kısa zamanda
ordayım. Abla sende kendini fazla yıpratma. Olan olmuş. Her şeye rağmen memnun olacağımız bir durum var. Su testisi
bu sefer su yolunda kırılmadı. Hak döşeğinde hakka yürüdü abim. Fikir ayrılığı
aramıza kalın duvarlar örmüş olsa da şu an canım çok yanıyor. Biz onu yirmi yıl
önce kaybetmiştik. Ya da şöyle söyleyeyim o kendini yok etmeyi tercih etti.
Hocanın sesi acı ve öfke karışıyla
yankılanıyordu telefonun diğer ucunda.
-Abla kapatıyorum yarın görüşmek üzere.
Karşı taraftan telefon kapanmıştı ama
Kardelen’in elinde avize öylece duruyordu. Tuhaf bir ruh ahali içindeydi.
Rahatlama ve sersemleşme duyguları arasında gidip geliyordu. Senelerdir
birbirlerinin sesini dahi duymayan iki kardeş. Şimdi biri diğerinin cenazesinde
buluşucaktı.
Büyük bir ihtimalle Turan’ı hoca yıkayıp
defnedecekti. Bu nasıl bir acıydı. Senelerdir nerede ve nasıl yaşadığını
bilmediği abisini şimdi toprağın çukurlaştırdığı yerin, serin derinliğine
gömmeye hazırlanıyordu. Çok yorgun hissediyordu hoca. Sanki iki buçuk saatlik
uçak yolculuğuyla değilde, yürüyerek gelmiş gibiydi. Ruhu yerle gök arasındaki
boşlukta dolaşıyor, bazende yükseklere çok yükseklere çıkmak bakışları ufkun
ötesinde koybolabileceği bir noktaya varmak istiyordu.
Hoca abisini yıkayıp kefenlerken
gözyaşlarına engel olamıyordu. Diğer yandan kısık sesle dudaklarından dökülen
sözcükleri sanki mefta duyuyormuşcasına mırıldanıyordu.
-Ölümün erken oldu. Oysa senin hakkında bildiklerimin daha fazlasını
öğrenmek isterdim. Ama artık bu mümkün değil. Kendi hafızamdakilerle başbaşa
kaldım. Allah taksiratını affetsin.
Ertesi sabah bütün hazırlıklar
tamamlandı. Turan’ın cansız bedeni ebedi istırahatine doğru yola çıktı.
Dikkatelerden kaçmayan bir durumda cenazedeki kalabalıktı.
Defin işlemi bittikten sonra
mezarlıktaki kalabalık yavaş yavaş çekiliyordu. Mezarın başından hoca ile
Kardelen uzun dakikalar ayrılmadılar. Gözlerini bir noktaya Turan’ın henüz
gömülmüş olan sıcak toprak yığınına dikmiş. Acılarını yanaklarından aşağı ince
ince süzülen gözyaşlarıyla örtmaye çalışıyorlardı. Aralarındaki sessizliği
bozan yine hoca oldu. Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Bakışlarını ablasına
çevirerek.
-Biliyor musun abla omurgamın kırıldığını
hissediyorum. Ne tuhaf. Ağabeyimi kendi ellerimle defnedeceğimi hiç
düşünmemiştim. Onun bu şekilde bu dünyadan göçeceğinide düşünmedim ama oldu.
İlahi takdir böyle olmasını istedi demek ki.
Kardelen öyle yorgun ve bitkindi ki kardeşinin sözlerini sanki
rüyadaymış gibi dinliyordu. Nihayetinde abla kardeş, söz dinlemeyen asi
kardeşlerine son görevlerine yerine getirmenin verdiği buruklukla ayrıldılar
mezardan.
***
22
Haziran 2009
Uzun zaman sonra Mahir ile kızı Gülcan’ın
mezuniyet töreninde buluşacaktık. Bu bir anlamda Mahir’inde mutluluktan
havalara uçacağı gurur günü olacaktı. Çünkü onun için hayatta çocuklarından en
önemlisi de kızından daha değerli bir
şey yoktu. Bütün gayreti, onların okuyup iyi meslekler edinerek, rahat bir
yaşam sürmeleriydi.
Bu
değere son yıllarda Dilemma da eklenmişti. Dilemma, hocanın hayatına önem
katmakla kalmamış, aynı zamanda anlam kazandırmıştı. Bir anlamda hocanın yarım
kalan tarafını tamamlamıştı.
Dün akşam koltukta uzanıp kitap okurken
telefonum adeta mutlu bir haber verecekmişcesine çalıyordu. Koşarak ahizeyi
aldığımda arayan numara milletlerarasını gösteriyordu. Bu olsa olsa Mahir olur
diye geçirdim içimden. Ahizeyi kulağıma götürdüğümde yanılmadığımı anladım.
Evet arayan Mahir den başkası değildi. Uzun bir zamandır görüşemiyorduk,
beklediğim telefondu ve ben çok mutlu olmuştum. Öyle ki doğru dürüst cümle
kuramıyordum. Kelimeler çarpık çurpuk dökülüyordu ağzımdan. Bu durumu Mahir de
farketmiş olacak ki :
-Abla
heyecanlanma benim benim Mahir. Dedi.
-Ne
bileyim işte uzun zamandır aramıyordun ya ondan olmalı dedim.
Kısa
bir hal hatır sormanın ardından mutlu bir haber daha veriyordu.
-Abla
bir sürpriz hazırlıyorum,senin de bana yardın etmeni istiyorum. Müsait misin?
Yani ayıracak vaktin var mı?
-Ne
demek sana ayıracak vaktim her zaman var. Sen de biliyorsun gerçi süprizlerden
hoşlanmam ama anlat bakalım nedir süprizin? Dünyanın bir ucundasın ne süprizi
bu hadi anlat bakalım.
-Bak
anlatıyorum. 22 haziranda kızım Gülcan Hacettepe Üniversitesinden mezun oluyor
benımde mutlaka mezuniyet töreninde bulunmam lazım. Aksi halde Gülcan da ben de
çok üzülürüz. Hem kim bilir belki bir daha görüşemeyebiliriz.
-Bu ne
demek Mahir? Daha da uzaklara gitmeyi mi düşünüyorsun?.
-Belli
mi olur abla kim öle kim kala? 2 dakika sonramızın garantisi var mı?
-Ay
içimi karartma da söyle nedir benden istediğin?
-Az
evvelde söyledim ya ricam bana bu süprizi yapmamda yardımetmen.
-İyide
nasıl? Sen Pariste ben İstanbul da Gülcan Ankaradayken sana nasıl yardımcı
olurum?
-Bak
abla, ben sana şimdi Gülcan’ın telefonunu vereceğim sen onu arayıp hal hatır
sorarsan oda mutlaka mezuniyet törenınden söz edecektir. Sen de ona eğer
isterse törende bulunacağını söylersin. Atlar gidersin Ankara ya. Ertesi gün
ben de gelirim bu sürpriz kızımı çok mutlu edecektir. Ne dersin gidecek misin?
-Ne
diyeyim kulağa hoş geliyor ancak ne kızın beni tanıyor ne de ben onu. Bu
durumda biraz tuhaf olmayacak mı?
-Neden
olsun abla? Daha iyi ya bu vesileyle tanışmış olursunuz.
-Peki
22sine iki gün var. Ben yarından itibaren toplanayım. Bir de hediye almak lazım
değil mi?
-Abla
yardımcı olacağını biliyordum. Çok teşekkü ederim.
-Abartma
teşekküre luzum yok o benimde yeğenim. Senin de dediğin gibi bu vesileyle
tanışmış oluruz.
Ertesi
gün yeğenimi arayarak önce kendimi tanıttım. Ardından kendilerini ziyarete
geleceğimi söyledim. Gülcan çok mutlu olmuştu. Çok sevindim hala benim de 22
haziranda mezuniyet törenim var. Babam da gelemiyecek. Sizin gelmeniz beni çok
mutlu eder dedi.
Bu da
benim için farklı bir duyguydu. 6-7 yaşlarında gördüğüm yeğenimin şimdi
mezuniyet törenine gidecektim. Ertesi gün küçük çaplı bir bagaj hazırlayıp
otobüs terminaline ordan da Ankara ya gidecektim. Dün akşam Gülcan ile
konuşurken program yapmıştık. Ankara atogarından gelip beni alacaktıç fakat
ikimizde birbirimizi tanımıyorduk nasıl olacaktı? Heyecandan olacak akşamki
konuşmada sormayı unutmuştum. Terminale gitmeden önce tekrar arayıp sordum.
Yavrum biz birbirimizi tanımıyoruz ki nasıl buluşacağız dedim. Gülcan hoş bir
kahkaha atarak … merak etneyin hala mutlaka ben sizi tanırım babama benzer bir
yanınız vardır. Ayrıca gemçliğinizde babamla çektirdiğiniz fotoğraflarınız var.
Bu defa gülme sırası bendeydi. Bak kendin söylüyorsun gençliğimde… aradan 30
yıl geçmiş.
Telefonu
kapattıktan sonra bir taksi çağırdım, otogara gittim. İstanbul Ankara arası
mesafe yaklaşık 5-6 saat sürüyordu akşamüzeri Ankara ya varmıştım. İndim sağa
sola bakmama luzum kalmadan yanı başımda dünya tatlısı bir genç kız duruyordu.
Gerçektende o beni tanımiştı. O kadar güzeldi ki gülünce adeta yüzünde güller
açıyordu. Yanıma yaklaşarak hoşgelniz hala demesiyle şaşkınlığımdan çarçabuk
kurtulup, hoşbulduk canım beni gerçekten tanıdın dedim.
-Nasıl
tanımam hala babama o kadar benziyorsunuz ki.
İkimiz
birlikte bir toplu taşıma aracına bindik. Çok uzun yıllar sonra evlerine
gidiyordum. İçeri girdiğimizde annesi evde yoktu. Biraz oturduk, Gülcan hemen
bir kahve yaptı. Birlikte havadan sudan konuşarak bir anlamda birbirimizi
tanımaya çalışıyorduk. Bir süre sonra Mahir’in karısı Nadire geldi. Gülcan izin
isteyerek kapıyı açayım hala annem pazara gitmişti herhalde geldi diyerek
kapıya doğru ilerlerken gayri ihtiyarı bende arkasından gittim. Uzun zamandan
sonra gördüğüm Nadire yi tanımakta epey zorlandığımı söylemeliyim. Temelde de
albenisi olmayan Nadire bambaşka biri olmuştu sanki giyim tarzı, yüz ifadesi ve
duruşuyla adeta ruhundaki karmaşayı dışa yansıtıyordu.
Soğuk
bir hoş geldinin ardından ayaküstü bir yazarın sözleri geldi aklıma adını
hatırlayamöadığım yazar söylediğine göre yaşam puanlar toplanarak ilerlenen bir
oyuna benziyormuş. Bazı şeyler kazandırıyor bazılarını kaybettiriyormuş. Fazla
eksi puan aldığımızda ise oyundan atılıyormuşsunuz. Sanıyorum hoca da bu
evlilik oyunundan fazla eksik puan almış olmalı ki oyundan atılarak, dünyanın
ta bir ucunda tek başına yaşam savaşı veriyordu. Ayrıca insanoğluna verilmiş en
büyük armağan davranış ve düşünce özgürlüğüdür. Bir başka deyişle seçim
yapabilme özgürlüğüdür. O halde hoca seçimini
baştan yanlış yapmıştı. Aynı zamanda yüce yaradan insanlara birden fazla
seçenek verir. İstediğinizi seçme özgürlüğü yine sizin elinizdedir. Seçmiş
olduğunuz yol ilerki hayatınızda muyluluğunuzu ya da mutsuzluğunuzu
belirleyecektir. Aynı zamanda bilinçli bir seçim hem dünya hayatınızda hem de ahiret
hayatınızda size fayda sağlayacaktır.
***
Öteden
beri Mahir’in karısı Nadire ile birbirimizden hiç haz etmemiştik. Çünkü
beklentilerimiz sürekli çatışıyor. Her zaman aramızda kalın duvarlar olsa da
istemeden de olsa yollarımız kesişiyordu. Bu seferki görüşmemizde yeğenimin
mezuniyet töreninden dolayı oldu. Mahir’in geleceğinden henüz kimsenin haberi
yoktu. Mezuniyet töreninde sadece benim olacağımdan yeğenim buruk bir mutluluk
duyduğu her halinden anlaşılıyordu. Akşam yemeğine otorduğumuzda mutfakta
sessiz bir huzursuzluk hüküm sürüyordu. Konuşacak paylaşacak hiçbir ortak
yanımız yoktu. Yemekten sonra belki de ortamı yumuşatma adına Gülcan çayı
balkonda içmemizi önerdi. Dediğim gibi o kadar tatlıydı ki onun hiçbir teklifine
hayır demek mümkün görülmüyordu. Annesi ise bütün basit insanlardaki halleri
sergiliyor sevinçle keder arasındaki bir duygu arasında sıkışmış görünüyordu.
Bir yanda kızı fakülteyi bitirmiş ertesi gün diploma alacaktı. Bir yandan da
kafasının içi öyle kalabalıktı ki hocanın kendini aldattığı düşüncesini
saplantı haline getirerek yırtıcı bir aslan gibi önüne çıkan her şeye saldırıp
belki bir anlamda teselli buluyordu. Bu davranışları hem kendine hem etrafına
zarar veriyordu. Köklü çözümler aramaktansa yüzeysel davranarak egosunu
beslediğini sanıyordu.
Balkondaki
yer minderine oturup çayımı yudumlarken, Mahir’in ortak olduğum sırlarını özgür
bırakmak geldi içimden. Ne olacaksa olsu zaten karısıyla kızı kafalarında
kurdukları teoriler belki de gerçekten daha abartılıydı. Ayrıca Mahir’in bu
sırrını sadece ben biliyordum. Duyduğum huzursuzluk bundan olmalıydı.
Ertesi
gün ortalıkta gizemli bir heyecan vardı. Mahir’in oğlu Oğuz ben dışarı
çıkıyorum bir isteğiniz var mı diye sordu. Onunda hali tavrı başkaydı
gözlerinin içi gülüyordu ciddi görünmeye çalışsada gözleri onu ele veriyordu.
Annesi nereye gideceğiini sormuş olsa da nafile… bir cevap alamadı. Fakat ben
havalimanına Mahir’i almaya gittiğini
biliyordum. Kısa bir süre sonra Oğuz’un karısı çocuklarını düğüne gidiyorlarmış
gibi düdlemiş olarak getirdi. Gülcan iyice şüphelenmeye başladı. Hala neler
oluyor? Abim gizemli bir şekilde gittiği yeri söylemiyor. Yengem çocukları
süslemiş? Bunlar kesin bir şey çeviriyorlar ya bekleyip görmek lazım. Sanki
anahtar sözcük bendeymişcesine hala sen bir şey biliyor musun? Diye sordu. Yok
canım ben ne bilebilirim desemde Gülcan’ın antenleri öylesine açıktı ki sürpriz
bozulacak diye endişelenmeye başlamıştım. Gülcan’ın sorgulayan bakışlarından
kurtulmak adına, balkondaki yer minderine oturup Gülcan’ada dedektiflik yapmayı bırakta bir
kahve pişir ben bu yer minderini de senin kahveni de çok sevdim dedim
-Tamam
hala hemen yapıyorum.
Yeğenimin
pişirdiği kahveyi yudumlarken gözlerindeki ışıltı dikkatimi çekiyordu. Çok
heyecanlısın di mi?
-Evet hala çok heyecanlıyım. Ben
mezuniyet diplomamı alırken keşke babamda görebilseydi. Abim de nereye gitti.
Belli ki aklı hala ağabeyinin nereye
gittiğinde kalmıştı.
Evde
hummalı bir hazırlık vardı. Nadire kızının ütülerini bile kendi yapıyordu. Ana
kız bu hazırşlıklarla uğraşırken ben balkonda yine düşüncelerle başbaşa
kaldım. Sürekli aynı şeyi düşünmekten
kendimi alamıyordum. Sır saklamak bana göre değildi. Bana sorarsanız bütün
sırları özgür bırakarak tavan arasındaki kuşlar gibi uçup gitmelerine izin
vermek gerekiyor.
Bu
düşünceler arasında, parmağımı kolyemin zincirinde gezdirerek balkondan aşağı
bakıyordum. Yanı başımda Gülcan’ın dikildiğini farketmemiş olmalıyım ki. Hala
nereye bakıyorsun? Birini bekliyormuşsun gibi bir halin var. Yok canım kimi
bekleyebilirim ki öylesine gelen gidene bakıyorum desem de . gülcan beni adeta
gözetim altına almıştı. Oysa söylediğim doğru değildi hem Mahir in gelmesini
bekliyor hem de içimdeki sese kulak veriyordum. Mahir’in sevda sırlarına ortak
olmam doğrumuydu diye soruyordum o sese. O da adeta beni rahatlatmak
istercesine kendine bu kadar yüklenme diyordu. Sonuçta Dilemma ile Mahir’i sen
tanışmadın ki şimdi ne diye vicdan yapıyorsun anlamıyorum. İnsanlar
sevinçlerini kederlerini kendilerine yakın gördükleriyle paylaşmak isterler. Bu
insanın doğasında olan bir şey artık istesende geri adım atamazsın. Bu sırra
ortak olmuşsun bir kere ayrıca hocanın mutsuz bir hayat sürdüğünü senden başka
kimse de bilmiyor. Çünkü hoca aile sırlarına son derece saygılı bir insan
olduğundan her şeyi kendi içinde yaşardı. Karısının sokaktaki kedi köpeğe daha
çok değer verdiğini de biliyordun. Kaldı ki Dilemma da hocanın evli olduğunun
farkındaydı.
Evin ortasında sincap gibi oradan oraya
sıçrayan Gülcan yine başımda dikilmişti.
-Ne o
hala düşünceli görünüyorsun iyi misin?
-İyiyim
iyiyim yarınki töreni düşünüyordum. Kim bilir ne kadar güzel olacaktır. Tabi
senin güzelliğini de unutmamak lazım.
-Ben
de yarını düşünüyorum hala ve çok merak ediyorum nasıl gececek acaba haftalardır
hazırlanıyoruz.
-Merak
etme çok güzel geçecektir.
-Bu
ağabeyimde nereye gittiyse bir türlü gelmedi. Onu da merak ediyorum.
-Merak
edecek ne var kocaman adam birazdan gelir.
-Biliyor
musun hala sen çok rahat görünüyorsun. Sanki biliyorsun ağabeyimin nereye
gittiğini.
-Yok
canım ben nerden bileyim daha dün geldim unuttun mu?
Bir an
Gülcan’ın suratı düştü dudakları küçük bir çocuğunki gibi büzüştü
-Biliyorum
babam da gelmedi ya arada böyle saçmalıyorum galiba. Kusura bakma.
Gülcan’ın
bu hali bana öyle dokundu ki nerdeyse süprizi açığa vurup, üzülme baban gelecek
o hiç senin mezuniyet törenini kaçırır mı diyecektim ki o sırada buna fırsat
kalmadan kapı çaldı.
Gülcan
yine yerinden sıçradı hah abim geldi diyerek kapıya koştu. Doğruyu söylemek
gerekirse ben de heyecanlandım. Çok uzun zamandır Mahir’i göremiyordum.
Oturduğum
yer minderinden kalkarak ben de koridora gidiyordum ki Gülcan’ın çığlıkları
koridorda yankılandı.
-Babam
geldi hala koş, babam geldi.
Süslenmiş
torunlar, gelin ve Nadire herkes koridorda toplandı hepimizin gözleri ışıl ışıl
parlıyordu. Sadece Nadire her zamanki kjasvetli bakışlarını Mahir’e çevirerek
hoş geldin diyebildi. O gün ve akşamı evde adeta bayram havası esiyordu.
Akşam
yatma zamanı geldi. Herkes yatak odalarına çekildi ama Nadire kendi yatak
odalarını bana hazırladığında çok şaşırdım. Ve ısrarla itiraz etsem de nafile
-Biz
aynı odada yatmıyoruz abla, sen rahatına bak. Diyerek kapıyı üzerime kapatıp
oda gitti.
Bir
süre kafa akrışıklığı yaşasamda öylece uyuya kalmıştım. Ertesi sabah hep
birlikte kahvaltı yaptık. Ardından herkes iki dirhem bir çekirdek hazırlanıp
Hacettepe Üniversitesinin bahçesinde toparlandık. Görülmemiş bir kalabalık
gözleniyotdu üniversitenin bahçesinde. Yediden yetmişe herkes oradaydı. Yaşlı
babaanneler,dedeler,dayılar,babalar herkesin heyecanı aynıydı, herkesin
gözlerinden mutluluk gözyaşları akıyordu. Altıyüz küsür öğrenci bir anda
keplerini havaya fırlatınca gökyüzü adeta karakartalların hücumuna uğramış
gibiydi. Milli duygular ve bireysel duygular öylesine birbirine karışmıştı ki
gözyaşları sular seller gibi akıyordu. Tören bitip eve döndüğümüzde hepimiz çok
yorgunduk. Alkışlamaktan avuçlarımızın içi kızarmıştı. Ama Mahir’in gözünde
gurur ve hüzün karışımı bir ifade hüküm sürüyordu. Kızına bakıyor bir şeyler söyleme
ihtiyacı hissetsede bir şey söyleyemedi. Dudaklarından kırık dökük birkaç
sözcük akıverdi.
-Daha
dün oyuncaklarınla oynuyordun. Bugün diplomanı aldın. Sen ne zaman büyüdün?
Zaman ne çabuk aktı geçti.
Başta
Mahir olmak üzere herkes bir garip davranıyordu. Bir gün önceki bayram havası
yerini kasvetli bir havaya bırakmıştı.
Gülcan
belli ki hala törenin etkisinden kurtulamamıştı. Arada şaklabanlık yapsa da
evin kasvetli havasını değiştiremiyordu. Mahir ortalıkta adeta ruh gibi
dolaşıyordu. Sanki, son gelişiymiş gibi evin her köşesini dikkatlice geziyor.
Ufak tefek eşyaları eline alıp, enine boyuna inceliyordu. En ufak bir fırsat
bulduğunda ise bilgisayarın başına oturuyordu. Gülcan ise çaktırmadan babasını
takip etmekten geri kalmıyor. Sinsi bir dedektif gibi babasının peşinde
dolaşıyordu. Gülcan’ın antenleri sürekli açıktı bir an olsun babasını yalnız
bırakmıyor, onu sürekli izliyordu. Mahir de bunun farkında olmalı ki
bilgisayarın başında fazla oturmuyor yada odanın kapısını kilitliyordu.
O haftayı onlarla geçirecektim. Bazen Mahir
ile dışarı çıkıp dolaşıyorduk. Belli ki Mahir de evde sıkılıyordu. O da bir
haftalıpına gelmişti ve bir an önce gitmek istediği her halinden anlaşılıyordu.
Evde hiç kimseyle paylaşacak bir şeyinin kalmadığı bariz bir şekilde
anlaşılıyordu.
Pazar
sabahı yine kahvaltı sofrasında toplanmıştık. Sanki bir seferlik mutlu olmak
sarjımız varmışta onuda törende bitirmiş gibiydik. Kimsenin keyfi yoktu.
Mahir
sanki başka bir alemde yaşıyordu. Sürekli düşünüyor saçı sakalı birbirine karışmış,
üstü başı perişan ortalıkta dolaşıyordu. Hayata dair bütün beklentileri bitmiş
hiçbir gayesi kalmamış gibiydi. Havayı yumuşatma adına ne bu halin neden gidip
tıraş olmuyorsun dedim. Benden sonra Gülcan da aynı tepkiyi vererek evet baba
halam haklı gidip tıraş olsana dedi.
Kzıının
her söylediğini kanun kabul eden Mahir. Tamam tamam diyerek çay bardağındaki
son yudumu da içerek berbere gitti.
Mahir
berberden geldi duşa girdi. Biz hala mutfak masasında çay içip sohbet
ediyorduk. Sohbet demek ne kadar doğru olur bilmem. Sanırım Nadire’nin
sızlanmalarını, boşanma tehditlerini dinliyorduk demek daha yerinde olur.
Mahir
duştan çıkıp mutfağa geldiğinde bizi masanın başında buldu. Siz hala doymadınız
mı bari bir çayda bana verin. Dedi.
Nadire
bir çayda Mahir’e verirken bir anlamda iletişime geçmişti denebilirdi. Mahir şimdi adama benzedin
diyerek aklınca şaka yapıyordu. Eskiden eşek miydim ki şimdi adama benzedim
demesiyle birlikte, günlerdir mutluluktan havalara uçan Gülcan adeta volkan
gibi babasına saldırır vaziyette; sen bu kadının her dediğini yanlış anlamak
zorunda mısın dedi. Fakat böyle bir öfke bir genç kızda olması hayra alemet
görülmüyordu. Gülcan’ın öfkesi kadar Mahir’in suskunluğu da bir o kadar
ilginçti. Kızı bağırmaya başladığında Nadire gurur ve öfke arası bir sessizliğe
büründü. Gururlanmakta haksız sayılmazdı. Çünkü çocuklar annelerinden aldıkları
taraflı terbiye sayesinde akraba olarak bildikleri ve sevdikleri dayıları ve
teyzeleriydi. Onların lügatında babaanne, dede, hala, amca diye bir şey yoktu.
Babaları ise sadece gelir kaynağı olarak görülürdü.
Gülcan
hala esip gürlerken annesi suskun mağduru oynamayı iyi beceriyor, mutfakta
kapkacağı toplamakla oyalanıyordu. Bu duruma daha fazla dayanamamış olmalıyım
ki; canım onlar karı-koca birbirlerine şaka yaptılar istersen sen fazla müdahale etme desemde o
hala bildiğini okumaya devam ediyordu. Bu durumdan sonra zaten kasvetli olan
evin havası daha da çekilmez bir hal aldı. Anlamakta zorlandığım; benım tanıdığım
Mahir kızını çok seviyor olsa da bu tür davranışlara sessiz kalmazdı o günde
öyle geçti Ankara da.
Ertesi
gün ben İstanbul’a Mahir ise Paris’e dönecekti. İkimizinde gitme saati öğleden
sonraya denk geliyordu. O sabah Mahir’in Fransa konsolosluğuna gitmesi
gerekiyordu. Bir saat sürecek işini halletmek istiyordu. Benimde kendisiyle
birlikte gelmemi istedi. Hayır diyemezdim çünkü günlerdir evdeki boğucu
atmosferden kafi derecede sıkılmıştım. Benim içinde iyi olacaktı. Hem Mahir ile hiç başbaşa konuşma fırsatımız
olmamıştı. Evden çıkışımızda merak ettiğim ilk soruyu sordum.
-Yatak
odanızı neden bana verdiniz uzun zamandır ayrısınız? Kadının hakkı sana geçmez
mi sen din adamısın?
-Haklı olabilirsin abla ama ben 30 senedir
neler yaşadım bu evlilikte haberin var mı diyerek konuyu kapattı.
Hava kapalı,
bulutlar parça parça, yağmur dökülme hazırlığında görülüyordu. Evden henüz
uzaklaşmamıştık. Mahir bana bakarak.
-Yağmur
yağacak galiba istersen geri dön evden çok uzaklaşmadık.
Haklıydı
yağmur çiselemeye başlamıştı. Değil
yağmur gök delinse geri dönme niyetinde değildim. Hem Mahir’in söylediğine göre
mesafe yakınmış. Yürüyerek gitmeye karar verdik. Ancak bizim hesap uymadı. Kısa
bir süre sonra gök deliniyormuş gibi yağmur yağmaya başlamıştı. Hal böyle
olunca yol düşündüğümüzden daha uzun geldi. Biz ikimizde bir belediye otobüsü
durağına varıncaya kadar sanki başımızdan aşağıya kovalarla su
boşaltılmışcasına ıslandık.
Nihayet
bir otobüs durağına vardık. Yağmur bütün şiddetiyle yağmaya devam ediyordu. Biz
de ayaküstü üzerimizdeki ıslak kıyafetlerimizden sular süzülürken yağmurun
dinmesini bekliyorduk. Mahir’in söyledğine göre az bir mesafe kalmıştı. Sonunda
yağmur dindi.
Mahir
dedi ki:
-Abla
ilerde bir tren istasyonu var. Oranın kafeteryasında oturup, sıcak bir şeyler
içelim. Bu ıslak kıyafetlerle hasta olacağız.
Kabul
ettim, hem de çok sevindim hakikaten sıcak bir şeyler içmeye ihtiyacımız vardı.
Tekrar yürümeye başladık. Söz konusu istasyona geldik ama Mahir’in söylediği
gibi bir kafeterya falan yoktu. Sadece dışarda birkaç sıradan masa vardı. Yanında
büfeye benzer bir çay ocağı.
-Ay
Mahir senin kafeterya dediğin burası mı?
-Evet
ama ben burayı kafetarya sanmıştım.
Sanıyorum
Mahir biraz utanmıştı. İkimizde o gün çok gülmüştük, yaşadıklarımıza. Mahir
konsolosluktaki işlerini çar çabuk bitirip eve döndüğümüzde, gitme vakti
gelmişti.
***
24
Şubat 2010
Her
mevsim değişikliğinde benim ruh halimde de bir takım değişikler olurdu. Nasıl
desem yaz sonu beraberinde bir tür tükenmişlik duygusunu da getiriyor. Yazı hayli geride bırakmamıza
rağmen, bu duygu bende hala varlığını sürdürüyordu. İnsanoğlu garip bir varlık,
hiçbir şeyden memnun olmuyor. Yazın sıcaktan, kışın soğuktan şikayet ediyor.
Parmağı taşa değse hikmet aramaktansa, sızlanmayı daha kolay sayıyor. Her yaz
gibi geçtiğimiz yazda oldukça sıcaktı, sonunda ısı nihayetiyle düştü, sonbaharı
yakalayabildik çok şükür. Yazın ve sonbaharın rehavetini üzerimden atıp kışa
hazırlanayım derken. Bir baktım şubatın sonlarındayım. Bütün bu unsurlarla
uğraşırken bir an sıkıldığımı, tebdil-i mekana ihtiyaç duyduğumu anlamakta
gecikmedim. Belki şehir dışına çıkıp bir değişiklik yapmak iyi gelecekti.
Aslında
dört mevsim arasında sonbaharı çok severim. Sonbahar ılık yüzünü gösterince
içten içe hüzünlü bir mutluluk duyarım. Ayrıca neden sonbaharı çok sevdiğimi
sık sık kendime sormuşumdur. Acaba bu mevsimde dünyaya geldiğim için olabir
miydi? Kısaca her mevsim farklı bir formata giren ruh halim bu mevsimde aynı
değişiklikleri gösteriyordu. Böyle midir? İnsan dünyaya geldiği mevsimi sevmeye
yatkındır derler. Ama dediğim gibi ben hüznü seviyorum çiçeklerin solması,
ağaçların sararmış yapraklarını dökmesi, insanın yüzünü okşayan ılık rüzgar,
doğanın adeta kış uykusuna yatması. Bütün bunlar beni derinden etkiliyor.
Pek
çok kişi yaşamın birbirinden bağımsız, hava sızdırmayan tren vagonlarına
benzetir. Oysa her insan tek başına birey olduğu gibi tek başına birer
dünyadır. Bazı şeyler yalnızca bazı insanların yapısına uygundur. Bu tür
düşünce biçiminin yaşamları tutsak etmeye, onları tek bir boyuta indirgemeye
çalıştıklarını anlamazlar.
Sözün
özü bizim kökenimiz bir noktacıktan yaratılmıştır. Zihnimiz ve bedenimizi yüce
yaradanın emirlerine adamış olsak, o zaman bir çok yapay sorun bir çok buhran,
gereksiz davranış biçimleri ortadan kalmış olurdu.
Oldum
olası kış mevsimini hiç sevmem Şubat ayı soğuk vesıkıntılı bir ay. Kış kendini
iyiden iyiye hissettiriyordu. Benim sıkıntım ne kış mevsiminden ne de
soğuktandı. Ruhumda gizemli bir mutsuzluk hissediyordu bilinçaltım tebdil-i
mekanda ferahlık var diyordu ama ben kararımı çoktan vermiştim. Ankara’ya
gidecektim. Kafamda plan bile yaptım. Mahir’i de arayacaktım belki o da
gelirdi. Böylece yeniden görüşür hasret gidermiş olurduk. Ayrıca Ankarada
yaşayan seksen üç yaşındaki amcamıda ziyaret ederim. Kim bilir ne kadar
sevinir.
Hiç
vakit kaybetmeden, ertesi gün Mahir’i aradım. Ama çok yorgun olduğunu
söyleyerek, şu an dinlendiğini akşam beni arayacağını söyledi ve telefonu
kapattı. Neden bilmem hayli heyecanlıydım, o gün olduğundan uzun geldi bana.
Nihayet akşam olmuştu. Gözüm sürekli telefondaydı. Çok geçmeden Mahir söz
verdiği gibi aradı beni.
-Hayrola
abla? Sen genellikle çaldırırdın ben seni arardım. Ne oldu her şey yolunda mı?
Diye
sordu.
-Çok
şükür bir yaramazlık yok. Sadece sana bir şey söylemek istiyorum.
-Söyle
abla, bak şimdi merak ettim neymiş söyleyeceğin şey?
-Ben
biraz sıkıldım Ankara’ya gitmek istiyorum. Hem amcamı da ziyaret edip, helallik
almış olurum. Üzerimde çok hakkı var. Evlenene kadar bir dediğimi iki etmez, beni
çok severdi. Hem de sizin eve uğrarım diye düşündüm.
-Eee
benden istediğin nedir?
-Yani
diyorum ki sende gelsen, ben dört günlük plan yaptım kışın bir de biletler ucuz
oluyormuş.
-Bak
bak bak. Her şeyide bilir. Sen nerden biliyorsun biletlerin ucuz olduğunu?
-Gecenlerde
Fransa’dan bir arkadaşım geldi. O söylemişti söylediğine göre 20 euroya gelmiş
bende düşündüm ki belki sende gelebilirsin. Ne dersin gelebilir misin?
- Abla
biliyorsun senin isteklerini emir telakki ederim, ama bu sefer üzgünüm o eve gelmek
istemiyorum. Son geldiğimde gördüğüm muamele benim o evdeki değerimi anlamamı
sağladı. Ayrıca artık kimsenin bana ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Onların
ihtiyacı olan maddi desteği imkanlarım ölçüsünde sağladığımı düşünüyorum. Sen
git. Herkese selam söyle. Amcamın ellerinden öpüyorum. Bana da hakkını helal
etsin. Zaten burada o kadar yoğunum ki anlatamam. Bir konser organize ediyorum.
Hem buradaki türk çoçuklarının faaliyetleri sergilenecek, hem de bir anlamda
Türkiye’nin tanıtımına katkı sağlamış olacağız. Türkiye’den sanatçılarda
gelecek. İzzet Yıldızhan ve Nuray Hafiftaş’ı da bekliyoruz. Hem Türkler hem
Fransızların katılımıyla güzel bir katılım olacak insaallah. Dediğim gibi sen
git. Programını erteleme.
Bu
söylemlerinden anlaşılıyordu ki Mahir ailesinden ve taparcasına sevdiği
çocuklarından uzaklaşarak araya kalın duvarlar örmüştü. Sesi oldukca kesin ve
kararlı geliyordu. Sanıyorum ki Mahir sözün bittiği yerdeydi.
Telefonu
kapattıktan sonra ben de planımı değiştirdim. Dört gün kalacağım Ankara da iki
gün kalmaya karar verdim. Neden bilinmez illede gitmem gerektiğine inanıyordum.
Ama aklım Mahir de kalmıştı. Artık o eve gelmek istemiyorum demekle ne söylemek
istemişti, anlamakta zorlanıyordum. Fakat yapacak bir şey olmadığınıda
biliyordum. Ertesi gün sekiz ay aradan sonra Ankara yolcusuydum. Bu sefer
kimsenin beni almasına luzum yoktu. Kendim gidecektim, hem de haber vermeden.
Sürpriz yapmak istiyordum. Nadire ve yeğenlerimi bilmem ama amcam çok mutlu
olacaktı beni gördüğüne.
Ünlü
bir flozof der ki sevgi güç ister. Düşünmeden edemiyordum acaba Mahir de
Dilemma’nın sevgisinden aldığı güçle mi böyle davranıyordu.
Bazı
insanları, orta yaşlarını geçtikten sonra kestane ağaçlarına benzetmek mümkün.
Kestane ağaçları yaşları ilerleyince içleri oyulurmuş. İçlerinin oyulması çok
yaşlandıklarından değil belli bir süreden sonra gövdelerini saran bir tür
hastalıktan dolayıdır. İçleri oyulur ve verimsiz hale gelirler. Bu örnekten
yola çıkarak belli bir zaman sonra insan ilişkilerinde de buna benzer bir tür hastalık olmalı ki
geçen zaman zarfında olgunlaşıp, toparlayıcı olmaları gerekirken tam tersi
davranışlarla birbirlerini yemeye başlarlar. Yetmezmiş gibi bir çırpıda silip
atabiliyorlar, onca yaşanmışlığı.
Ertesi
günün akşamı Mahir’in Ankara’daki evinin kapısını çaldım. Pek coşkulu olmasa da
ılımlı karşılandığımı söylemeliyim. O akşam ben Gülcan ve Nadire aynı şeyleri
konuştuk. Aynı mutfakta yemek yedik. Aynı balkonda, minderde çayımızı
yudumladık. Nadire’nin bitmek bilmeyen sızlanmaları, içi boş boşanma
tehditleri, ben her ne kadar konuyu değiştirsem de ağır basıyordu. Gülcan da
benimle aynı fikirde olmalı ki o da araya girmeyi ihmal etmiyor bana sorular
soruyordu.
-Hala
ne kadar kalacaksınız bizde?
-Bu
gece sizdeyim, yarın amcamı ziyarete gideceğim bir sonraki günde İstanbul’a
döneceğim.
Nihayet
yatma zamanı geldi. Gülcan odasına çekildi. Ben de salonda yatmayı düşünürken,
Nadire geçen defa olduğu gibi yine kendi odasını bana hazırladı. Bu sefer ben
de itiraz etmeden gidip yattım. Çünkü erken kalkmam gerekiyordu. Ayrıca yeniden
bir polemik yaşamak istemiyordum. Amcamla evleri arasında hayli uzun bir mesafe
vardı. O günün yorgunluğuyla yatağa girer girmez uyumuştum. Ertesi sabah
herkesten önce ben kalktım. Odamdan çıktığımda Gülcan’ın kapısı kapalıydı.
Nadire de kalkmış yatağını topluyordu. Bir yandan da kendi kendine konuşuyordu.
Aralık olan kapısını açıp günaydın diyecektim ki, buna fırsat vermeden
bağırmaya başladı. Abla ben kararımı verdim Mahir’den boşanacağım. Rüyamda
gördüm Mahir beni aldatıyor. Dedi. Zaten senelerdir aynı şarkıyı dinleyen ben,
bu defa sinirlendim. Cehennemin dibine
kadar yolun var. Ne halin varsa gör. Demek geçse de içimden diyemedim. Sadece
şunu söyleyebildim.
-Ya
hu! Kocanı bu kadar kıskanıyorsan neden oralarda yalnız bırakıyorsun? Yanına
git.
Bizim
sesimizden Gülcan da uyanmış olacak ki, odasından annesine bağırdı.
-Anne
yeter artık. Bu kıskançlıkla mezara gideceksin.
Gülcan’ın
sesini duyduktan sonra Nadire, süt dökmüş kedi gibi sesini kesti. Ama ortam
gerilmişti bir kere. Neden bilmem ben
çok sinirlenmiştim. Nadire’ye dönerek yeni bir güne başladın. İnsan bir
günaydın der. Sen bu kıskançlığınla hem kendini bitirdin hem de galiba bu
evliliği bitiriyorsun. Sanki yaptıklarından dolayı rahatlamışcasına, hiçbir şey
olmalış gibi mutfağa girip kahvaltı hazırlamaya başladı. Bu durum doludan sonra
yağan yağmura benziyordu. Çiftçiler hasadın büyümesi için yağmur beklerler,
ancak beklenen yağmur yerine dolu yağar. Henüz büyüme aşamasında olan ekinleri
yerle bir ettikten sonra, güneş doğar ve yağmur yağar. Bu durum çiftçilerinde
bir anlamda sabrını ölçmektedir. İnançlı imanı güçlü olanlar; hikmetinden sual
olmaz Ya Rabbim vardır bi hikmetin diyerek teselli bulur. İmanı zayıf olanlar
ise isyan ederek ağzına geleni savururlar. İşte Nadire’nin durumu da biraz buna
benziyordu. Şu an gayet sakin, pişkin politikacıların tavrını sergileyerek
kahvaltı sofrasını hazırlıyordu. Fakat bende kahvaltı yapacak iştah kalmamıştı.
Ayak üstü bir bardak çay içip yattığım odaya gittim. Hazırlanıp çıkacaktım.
Aradan on dakika geçmemişti ki Gülcan geldi yanıma. Seni kısıktı. Ellerini
ovuşturuyor, durgun bir hali vardı. Ben herhalde annesinin yaptıklarından
dolayıdır diye düşünürken, yine de ne oldu neyin var diye sordum. Ağlamaklı bir
haldeydi bende telaşlandım. Yüzüne baktım, konuşşana evladım dedim. Dudakları
titreyerek
-Şey hala, az evvel Paris’ten aradılar. Babam hastalanmış
soğuk algınlığından hastaneye kaldırmışlar.
-Allah Allah (c.c.) iki gün evvel konuştum hiçbir şeyi yoktu ne
oldu da böyle hastaneye kaldırdılar.
Hemen telefon ettim
ama ne evi ne de ofisi cevap vermiyordu.
-Neyse üzülme yoktur bir şeyi ben yoldan da ararım. Bir cevap
alırsam sana da haber veririm. Şimdi gitmeliyim amcama haber vermiştim
bekletmeyeyim. Siz de bir haber alırsanız bana bildirin.
--------------------------------------------------------------------------
Aradığımda meşgule aldılar, bende
endişelenmeye başladım. Aklım almıyordu iki gün önce konuştuğumda sesi gayet
sıhhatli geliyordu. Acaba kendini çok mu yordu? Diye geçirdim içimden. Mutlaka
yorgunluktan vucut direnci zayıflamıştır diye kendimi teselli etmeye
çalışıyordum. Neyse inşallah yoktur birşeyi. Bu telaşı amcama yansıtmam doğru
olmaz. Çocukluk ve yaşlılık birbirine benzer derdi babaannem. Her iki durumda
da değişik nedenlerle insan savunmasızdır. Artık aktif yaşamın bir
parçası değildir. Bu durumda kişinin korunaksız hissetmesi yoğun duygusallığa
sebebiyet verir. Hele de 80 yaşını geçtiğinde, eylül sonunda sararmış düştü
düşecek bir yaprak gibi hissediyor kendini.
Kapıyı çaldığımda amcam açtı. Buruşuk yüzünü örten
beyaz sakallarının arasına saklanan dudaklarındaki tebessüm yüzünü
aydınlatıyordu. Yalnız mı geldin, neden oğuz getirmedi seni? Dedi.
-
Ben istemedim amca, kendi işimi kendim
yapmayı severim bilirsin. Dedim.
-
Bilirim bilirim çocukken de öyleydin. O
yaşında kimseye minnet etmez yapabildiğin ölçüde kendi işini kendin yapardın. Hiç
unutmuyorum bir keresinde saçlarını atkuyruğu yapmak istiyor bir türlü
beceremiyordun. Ben yardım etmek istedim ama izin vermedin kendin bağladın,
fakat gene de beceremedin ellerin küçük olduğundan düzgün toplayamıyordun ona
rağmen kimseden yardım kabul etmedin de o gün ortalarda dağınık saçlarla
dolaşıp durdun.
-
Eee amca zaman ne çabuk geçti değil mi?
şimdi sen 83 ben ise 60 yaşımdayım. Şimdi nasılsın? Zamanın nasıl geçiyor? İyi
gördüm seni.
-
Çok şükür iyiyim biliyorsun yengen
öldüğünden bu yana yalnızım. Camiye gidiyorum, birkaç arkadaşım var onlarla
parkta oturup sohbet ediyoruz, derken akşam oluyor eve gelip yatıyorum Allah
(c.c.) sonumuzu hayır etsin. Bazen uykum kaçıyor. Koltuğuma oturduğumda
karşımda kocaman bir boşluk çevremde insanı ürküten bir sessizlik, ölmek ve yaşamak
arasında kıyas yaptığımda hangisinin daha doğru olduğunu soruyorum kendime ve
bu kıyaslamanın doğru olmadığını bu ömrü ve bu yaşamı bana takdir eden benim
için de neyin doğru olacağını da biliyordur düşüncesiyle teselli buluyorum.
Amcamı dinliyordum ama aklımı Mahir’den
alamıyordum insan hastanede de olsa cep telefonunu açmaz mı?
Ben bu düşünceler arasında gidip
gelirken cep telefonum acı acı çalmaya başladı. Arayan Mahir’dir umuduyla
heyecanla açtım, telefonu oğuz arıyordu. Onun konuşmasına fırsat vermeden ben
sordum. Oğlum babandan bir haber var mı?
-
Haberler kötü hala amcamı verir misin? Dedi.
Amcamda sanki telefon kendisineymiş gibi
merakla yüzüme bakıyordu. Ben telefonu amcama uzattım. Kim arıyor dedi bende Oğuz
arıyor dedim. Amcam telefonu kulağına götürdü bir dakika geçmişti ki amcamın
buruşuk yanaklarından aşağıya inci taneleri gibi yaşlar süzülmeye başladı.
Telefonu bana uzattığında ise gözlerini bir noktaya dikmiş adeta donmuştu bir kaç
dakika içinde amcam adeta 10 yaş daha yaşlanmıştı. Gözlerinden sicim gibi
yaşlar aktığını görünce sadece şunu sordum; ‘MAHİR ÖLMÜŞ MÜ AMCA?’ oda evet
anlamında başını sallayarak oturduğu koltuğa adeta yığılıp kaldı. Yaşlı yüzü
şekilden şekile giriyordu.
Beni sanki bilmediğim bir güç uzay boşluğuna
fırlatmıştı orada debelenip duruyordum. Ciğerlerimin parçalandığını hissediyor,
şakayla gerçek arasında boğuluyordum nasıl olur ki bu? Olsa olsa ancak bir şaka
olurdu? Hislerimi tanıyamıyordum kısaca o gün dünyamın karanlığa gömüldüğü
gündü. Gökyüzü bulutlar hatta güneş bile kararmıştı, etraf zifiri karanlığa
bürünmüştü. Bu güne kadar bir çok sevdiğimi kaybetmiştim. Turan’ı da
kaybetmiştim ama Mahir’in ölümü bir başka türlü yakıyordu canımı. Sanki 10
şiddetinde bir depremle sarsıldım ve dünyam yıkıldı. Gökyüzü alev almış
bulutlar parça parça üzerime düşerek canımı yakıyordu. Okyanusa atılsam dahi bu
yangın sönmeyecek belki de ömür boyu canımı yakmaya devam edecekti. Acı
gerçeğin alevleri sönmüş olsa da daima canınızı yakmaya devam edecektir. Bende
o gün Mahir’in ölüm gerçeğiyle yüzleştim ve canım fena halde yanıyordu. Hep
yanacaktı.
Kara haber tez yayılır derler o gün Mahir’in
ölüm haberi adeta ışık hızıyla yayılmıştı. Ertesi gün Ankara’daki evi tanıdık
tanımadık insanlarla dolup taşmıştı. Kimse tek kelime konuşmuyor, gözyaşları
sular seller gibi akıyordu. Nadire ise başköşeye oturmuş derin düşüncelere
dalmıştı. Sanki yatalak ölümü beklenen bir hastayı kaybetmenin sükuneti
gözleniyordu yüzünde. Herkes Paris’ten gelecek cenazeyi bekliyordu sessizlik içinde.
İşte bu hayatın gerçeği ve kaçınılmaz sonuydu.
Yaşamın bize hazırladığı olağanüstü sürprizlerden biride ve en gerçeği de ölüm
olmalı. Yaşam bize her zaman farklı sürprizler hazırlar biz bir yana gitmeyi
düşünürken, o bizi kendi bildiği bizim belki hiç düşünmediğimiz bir yana çeker
yıllar geçip gittikçe bir yerlerde var olan gerçek karşımıza dikiliverir. İşte
o gerçek ölümden başkası değildir. İnsanoğlu bilgisi ve yeteneği ölçüsünde her
soruna bir çözüm bulmuştur. Ölüm hariç. Ölümün çaresi olmadığı gibi ne zaman
karşınıza çıkacağı da bilinmez. Mahir’in ölümünü kabullenmek zaman alacaktı.
Nasıl ki topraktaki bitkilerin büyümek için doğru ölçülerde suya ve ışığa
ihtiyaçları varsa acıları sindirebilmek içinde sabra ve zamana ihtiyaç vardır.
Acele alınmış kararlar kısa bir zaman dilimi
içinde kendi kendini baltalayacaktır. Mahir’de evlilik konusunda acele alınmış
bir kararın kurbanı oldu. Boşa geçen 30 yıl, gurbet ellerde sahipsiz feda
edilen bir ömür. İşte Mahir Hoca’nın ödediği
bedel.
Mahir Hoca artık yaşamıyordu. Onu sevenlere
göre onun ölüm günü zafere ulaştığı hayatının bayramıydı. Yaşadığı mutsuz hayat,
onu daha verimli kılıyor son derece faydalı işlere imza atmasını sağlıyordu. Son
görüşmemizde şunları söylüyordu Mahir ; ‘Bütün bir öğleden sonra evde oturdum.
İçimi bir sıkıntı sardı. Bunalıma giriyorum duygusuyla hareket etmek istesem de
yerimden kalkmak bir türlü içimden gelmiyordu. Böyle kös kös oturmayı
sürdürdükçe daha da beter çöküntüye uğradığımı hissediyorum. Anlayacağın abla
kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan bir kediye benziyor durumum. Günün
haberlerini takip etmek için televizyonu açtım, seyrettiğim bütün haberler
sanki kapağı kırılmış bir baraj gibi çalışıyor ve üzerime tonlarca acı
umutsuzluk ve ölüm boşaltıyor.’
-
Sen gerçektende bunalıma girmişsin Mahir
nasıl yaparsın bilmem ama bir an evvel bu duygu yükünden kurtulman lazım. Bunu
da biliyorsun sanırım.
Cenaze
arabası kapıya geldi. Hava limanına gidip Mahir’in cenazesini alacaklardı. Sebebini
anlayamadığım farklı bir sıkıntı sarmıştı ruhumu. Bu sıkıntı yaşadığım acının
ötesinde bir şeydi. Anlamaya çalışsam da anlayamıyordum. Mahir’in evinde bir
gün önce yer minderinde çay içtiğim balkonda, şimdi cenaze arabasına takılmıştı
yaşlı gözlerim. Araba kapıdan uzaklaştı … ve kayboldu çok geçmeden beynimde
adeta şimşekler çakmıştı. Huzursuzluğumun sebebini anladım. Bir saniye bile
vakit geçirmeden kalabalığın arasından sessizce sıyrılıp ana caddeye çıktım. İlk
gelen taksiye atlayıp doğru Esenboğa havaalanına gittim. Havalimanına vardığımda
genellikle çok kalabalık olan havalimanı sanki o gün sadece Mahir’in cenazesini
bekliyormuşçasına oldukça sakin ve sessizdi. Kapıya yaklaştığımda iki kişi
bekliyordu, biri kır saçlı biride esmer bir adamdı. Sonradan duyduğuma göre bu
ikisi de Mahir’in kadim dostlarıymış adamlara yaklaşarak, Mahir’in ablası
olduğumu söyleyip kendimi tanıttım. Şayet getirmişse cenazeyi getiren kişiden havalimanına
geliş sebebim olan, Mahir’in özel bilgisayarını almak istediğimi söyledim. Bunun
üzerine kır saçlı olan adam beklenmedik bir tepki göstererek: Ne münasebet dedi.
Mahir Beyin bilgisayarını alamazsınız.
-Beyefendi yanılmıyorsam
az evvel Mahir’in öz ablası olduğumu söyledim. Bizim özel yazışmalarımız
olduğunu belirtip, kontrol ettikten sonra, tekrar çocuklarına göndereceğimi
söylemiş olsam da adamcağız direnmeye devam ediyordu. Olmaz alamazsınız diyordu.
Mahir Beye ait olan her şey ailesine aittir, ayrıca Mahir Beyin ailesinden
gizli neyi olabilir ki?
Kısaca adam
benimle kıran kırana muhalefet ediyordu. Ben ise durumu bilen tek kişi olarak
kararlıydım, vazgeçecek gibi değildim. Çünkü o bilgisayar Mahir ile Dilemma’nın
yazıştıkları görüştükleri bilgisayardı.
Kardelen
üzüntüden ve ağlamaktan o kadar yorgundur ki adama laf yetiştirecek gücü
bulamaz. Ancak o da başka bir çözüm bulması gerektiğini düşünerek susmayı
tercih eder. O sırada cenazeyi Paris’teki federasyon başkanının getirdiğini
öğrenir. Kardelen ile kır saçlı adam çıkış kapısında başkanın çıkmasını
beklemektedirler. Adam bir anlamda haddini aşarak sesli düşünmeyi sürdürüyordu;
Allah Allah (c.c.) Mahir Beyin ailesinden gizli neyi olabilir ki? Mahir Bey son
derece dürüst bir insandı. Diyerek şaşkınlığını da gizleyemiyordu. Çok geçmeden
kapıdan orta boylu gözü yaşlı elinde küçük siyah bir el bagajı olan bir bey
çıktı kapıdan. Kardelen iç seslerine kulak vererek, başkan bu olsa gerek
düşüncesiyle adımlarını adama doğru hızlandırdı. Arkasından kır saçlı ve
arkadaşı da adama doğru yaklaşıyorlardı. Kardelen başkan olduğunu anladığı
adama yaklaşarak kim olduğunu bile sormadan hocanın ablası olduğunu söyleyerek
kendini tanıttı ve iki dakika konuşabileceklerini rica etti başkan son derece
saygılı ve anlayışlı davranarak; ‘elbette konuşabiliriz ne demek’. Dedi. Kapıdan
biraz uzaklaştılar adının Erşan olduğunu söyleyen başkan, bu ağır görevi bana
yüklediler diyerek kendini yeniden tanıttı. Erşan Bey Kardelen’in yüreğindeki
acıyı hissetmişcesine, gözyaşlarını silerek konuşmaya başladı. Hocamızı geç
tanıdım, çabuk kaybettim abla. Hocayı tanıyalı şurada 10 ay olmuştu. Ayrıca ben
gıyaben sizi tanıyorum hocamız sizden çok söz ederdi, buyurun sizi dinliyorum.
Nasıl yardımcı olabilirim?
Kardelen’in
gözyaşları bir saniye bile dinmiyordu. Boğazına, sanki kocaman bir yumruk
tıkanmışcasına zor konuşabiliyordu.
-Şey Erşan Bey
ben sizden kardeşimin bilgisayarını rica ediyorum. Şayet getirdiyseniz, yanlış
anlaşılmasın sadece kontrol edip çocuklarına iade edeceğim.
Erşan Bey
elbette abla lafı mı olur? Dese de kır saçlı komşusu hala direniyordu. Bilgisayarı
vermek niyetinde değildi ancak Erşan Beyde böyle bir günde adamın bu
davranışını anlamsız bulmuş olmalı ki adama dönerek; bakın beyefendi bu abla
hocamızın ablası ayrıca böyle bir günde bu konuyu tartışmanın sırası değil.
Hem ağlıyor
hem de adamı ikna etmeye çalışıyordum. Sanıyorum adamcağız ortamı daha fazla
germemek adına, aklına gelen bir anısını paylaştı. Hocamız sanki öleceğini
hissetmiş gibiydi. Yaklaşık bir hafta önce birlikte yürüyüşe çıkmıştık. Öylesine
havadan sudan konuşurken birden konuyu değiştirerek bana dedi ki; Erşan Bey
biliyorsun iki dakikanın garantisi yok. Şayet bana bir şey olursa benim
bilgisayarımı ablama verirsin.
- Allah (c.c.) esirgesin hocam ölümde nerden çıktı
maşallah turp gibisiniz. Dedim.
-
Dedim ya Erşan Bey iki dakika sonrasını
bilemeyiz ölüm hastaya sağlıklıya bakmaz. Atalarımız ne demişler yatan ölmez
yeten ölür.
-
Ben sana ne diyorsam onu yap ve bana söz
vermeni istiyorum dedi.
Benden
söz aldı onun için sizde böyle bir günde zorluk çıkarmayın. Abla buraya
gelmeseydi de ben kendisine bilgisayarı verecektim.
Erşan Beyin bu sözleri kır saçlı adamın susmasını
sağladı. Hem de bilgisayarı bana vererek söylediğine göre hocaya verdiği sözü
yerine getirmiş oldu Allah (c.c.) kendisinden razı olsun.
Kardelen bu zorluklarla bilgisayarı aldı ama
havalimanından ayrıldığında adeta tükenmişti, akan gözyaşlarından yüzü
kızarmıştı. Bu nasıl bir acıydı? Bütün iç organlarının parçalanıp her bir
parçasının bir yere savrulduğunu hissediyordu. İnanmakta güçlük çekiyordu. Mahir,
dünya denen bu sahtekar hanın ilk kapısından girmiş son kapısından da sessizce
çekip gitmişti. Cenaze arabası yaşadıkları sitenin önünde durmuş, ailesinden ve
katılımcılardan helallik istenmesinin ardından defnedildi. Öğlen sonrasını çok
geçmişti, yakınlarının toplanıp cenazeye
katılanlara lahmacun ve ayran ikram edilmesi gerektiğine karar verildi. Ancak
misafir sayısı hayli kalabalık olduğundan söz konusu olan lahmacun ve ayran hatırı
sayılır bir meblaya tekabül ediyordu. Yakın akrabalar aralarında bir fon
oluşturarak bu masrafı aralarında paylaştılar.
Mahir
Hocanın ani ölümü vazife yaptığı çeşitli teşkilatlara adeta ışık hızıyla
yayılmıştı. ‘Gurbet elde bir hal geldi başıma’ dercesine tek başına kutsal bir
vazife başında, kalp krizi sonucu hayata gözlerini yuman, Mahir Hocanın ölüm
haberi Almanya, Stazburg, Tunus ve Paris’teki ülkü ocakları teşkilatlarında
derin üzüntüye sebebiyet verdi. Bu ülkelerdeki arkadaşları, meslektaşları gerek
sosyal medya gerekse telefon aracılığıyla birbirleriyle haberleşerek acılarını
ve geçmişteki hoca ile yaşadıkları anıları paylaşıyorlardı.
Lion Türk Kültürü Derneği Ülkü Ocağı Başkanı;
Hacı Şahan Uysal:
-
Kardeşimle sohbet ederken acı haberi
aldım. Ailesinin hala haberi yok galiba, yarın haber verecekler. Allah gani
gani rahmet eylesin. Yalnız başına iken mi ölmüş?
-
Hakkın takdiri. Elden ne gelir?
-
Hakkın takdiri tabii ki ama böyle ani
ölümler insanı sarsıyor. Hikmetinden sual olmaz fakat vakitsiz ölüm, son derece
sağlıklı görünüyordu. Genç ve dinçti.
-
Evet hocam aktif biriydi. Hem vakitsiz
hem de garip bir ölüm.. Önceki yıl hacda birlikteydik. İki yıl birlikte görev
yaptık Rabbim sevdikleriyle cennette kavuştursun.
-
Amin. O bir gurbet şehidi oldu.
-
Strazburg’da Paris’te gönül sohbetleri
sıcaklığıyla ısıttığımız soğuk gurbet gecelerini, hüzünle hatırlıyorum.
Gerçekten şu an ne konuşacak ne de ayrıntılı yazacak halim yok. En güzeli bir
Yasin tilaveti. Belki sizlerde bir Fatiha üç İhlasla birlikte hayır dualarınızı
esirgemezsiniz efendim.
Ötüken’in Melekleri:
Mahir Hocamız dün Ankara Sincan’daki Cemşit Köyü Mezarlığında, diyanetin
ve teşkilat mensuplarının hazırladığı törenle toprağa verilmiştir. Diyanet
Camiasındaki arkadaşları, hizmet verdiği gurbet ellerinden dernek temsilcileri,
merhuma son vazifelerini yerine getirmek için cenaze namazında ve mezarlıkta
bir araya geldiler.
Tunus, Paris, Ötüken Ülkü Ocaklarındaki gençler toplanarak karar
vermişler. Mahir Hocamızın başlattığı çalışmalara ara vermeden, bıraktığı
yerden sanki o başımızdaymış gibi faaliyetimiz devam edecek. Ayrıca hocamızın
manevi hatırasına, saygı programları düzenleyeceğiz. Hocamızın başlattığı ilahi
grubumuz, tiyatro topluluğumuz, şiir okuyanlar, müzik ve folklor ekibimizle
aynı anlayışla, çalışmalarımıza devam edeceğiz. İnanıyoruz ki hocamızın ruhu
haberdar olacak ve o bizleri görüyor olacaktır. Her ne kadar Fransız vatandaşı
olsalar, hatta bazıları isimlerini değiştirmiş olsa da, yüreklerinde ay
yıldızlı bayrak ve Türkiye sevgisi taşıyan bu gençleri saygıyla selamlıyoruz.
Fransa Türk Federasyonu ve özellikle Strazburg, Tunus, Paris ve Türk
toplumunun, hepimizin başı sağ olsun. Mahir Hocamıza da Allah cennetini
cemalini nasip etsin inşallah. Yerin doldurulmayacak Mahir Hoca.
Hakkı Çakır’dan gelen yorum:
Arkasında defalarca secde ettiğim Mahir Hocanın cenaze namazını
kılacağım hiç aklıma gelmezdi. Ne söylenebilir ki işte hayatımız. Ezan ile sela
arasında diyenler ne kadarda doğru söylemişler. Kardeşten aziz bildiğim Mahir
Hocanın ölüm haberini aldığımda dünyam başıma yıkıldı. Mahir Hocam
sevdiklerinle bir daha görüşmek ahrete kaldı. Fani varlığın aramızdan ayrılsa
da hatıran dost gönüllerde kalacaktır. Emin ol ki Mahir Hocam yükselen bayrak
inmeyecek, yaktığın ateş sönmeyecektir. Nur içinde yat.
Ölen ölüp gidiyor.
Başın alıp gidiyor.
Kalanlar üç gün sonra.
İşe dalıp gidiyor.
Dünyanın kanunu biraz böyle,
yaşantıları ve icraatları ile dünyada iz bırakan insanlarda vardır. Sevgili
Mahir kardeşimiz hizmetleri ile yad edilecektir. Arkasından hayır dualarımız eksik
olmayacak, bir güzel insandı. Avrupa’nın çeşitleri kentlerine bağlı
teşkilatlarındaki hizmetleri asla unutulmayacaktır ve yeni nesillere örnek
teşkil edecektir. O sıradan bir hoca değil iyi bir eğitimciydi. Bıkmadan
yorulmadan, korkutarak değil sevdirerek gurbetteki çocuklarımıza ve
gençlerimize dinlerini, dillerini öğretmeye çalışıyordu. Burada dediğim gibi
ona sadece bir imam demek haksızlık olur. O bir Türkçe öğretmeni gibi vazife
yapıyordu. Vazife yaptığı bütün teşkilatlardaki Türkler, onu adeta bir sevgi
çemberi ile kuşatmışlardı.
Telefonla acılarını paylaşan Başkan Mükremin ve eşi Züleyha Hanım ile
Mehmet Küpeli ile eşi de hocanın arkasından gözyaşı dökerek ona olan
sevgilerini ve saygılarını dile getirenler arasında yer alıyorlardı. Tunus Ötüken
Türk Derneği çatısı altında Ülkü Ocaklı ruhuyla bütünleşen gurbetçi
vatandaşlarımızın ortak acılarına tercüman oluyorlardı.
sabırhersey.com sitesinde yayımlanan mesajda ise dostlar sağ olsun,
henüz ellisini bitirmeden gurbet ellerde, kutsal vazife başında Hakka yürüdü.
Bu siteye, birlikte çalıştığı bir başka hocadan gelen mesajda ise Mahir
Hocanın kişilik özelliklerinden şöyle bahsetmişti: Allah rahmeti ile cennetini
nasip etsin. Cömert ve alçak gönüllüydü. Fikirleri açık ve berraktı. Konuşkandı,
ondan çok şey öğrenmiştim. Çok şeyi paylaştık birlikte. Geceleri geç saatlere
kadar sohbet ederdik. Akşam ve sabahları yürüyüşe çıkardık. Bir süre sonra
farklı şehirlere atandık. Daha sonra uzun bir zaman birbirimizden haber
alamadık. En son altı ay önce bir sosyal mecradan bulmuş beni. Nasıl
sevindiğimi anlatmaya kelime bulamıyorum. Mahir Hocaya beni hatırlayıp bulduğun
için sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum dedim. Ailene selamlarımı ilet
belki tekrar bir yerlerde karşılaşırız diye cevap yazmıştı. Ama sözünde durmadı
hepimizi bırakıp gitti. İnşallah öteki tarafta güzel bir yerde karşılaşırız
hocam, nurlar içinde yat.
Mahiri ebedi istirahatına uğurladıktan sonra herkes
gibi bende evime İstanbul’a geldim mahir iki gün içinde arkasında tonlarca acı
bırakarak toparlanıp gitmişti evime geldiğimde ilk işim mahirin bilgisayarını
açarak dilemmaya mesaj yazmak oldu.
Sevgili
Dilemma Mahir’i ebedi istirahatına gönderdik. Rabbim kabir rahatlığı versin
inşallah. Dilemma seninle henüz tanışmıyoruz ama ne yazık ki şu an ikimizin
yüreği de aynı acıyla kavruluyor. Seni bilmem ama ben mahirin ölüm haberini
aldığımda sanki dünya başıma yıkıldı anlatamayacağım kadar acılar çekiyorum
seninde aynı acıyı çektiğine inanıyorum. Dilemma bilmemiz gerekir ki büyük değerler
ölseler bile asla yok olmazlar aksine onların değeri yok olduklarında bile
artarak devam eder Dilemma sende istediğin sürece ben seni Mahir’den bana kalan tek ve değerli bir
hatıra olarak görmek ve konuşmak isterim biz bu acıyı ancak birbirimize sıkıca
sarılarak bir nebze olsun hafifletebiliriz lütfen acılar her zaman içimizi
yakar canımızı acıtır ama zaman içinde olgunlaşmamızı yaratana yaklaşmamızı da
sağlar yüce yaratanın insana bahşettiği sevme sevilme duygusunu Mahir hayatının
bu döneminde seninle tattı ama buraya kadarmış demek ki. Emir büyük yerden
boyun eğmekten başka çare yok sen hep demez miydin? Zaman en iyi ilaçtır bizim
acımızda zaman denen ilaçtan fayda görecektir inşallah. Kendine dikkat et
deminde dediğim gibi sen Mahir’den bana kalan tek hatırasın görüşmek üzere
Allah’a emanet ol çok geçmeden Dilemma’dan da mesaj geldi çok perişan olduğu
yazılarından anlaşılıyordu ilk cümle şöyle başlıyordu hem sarsılmış hem de
isyankar satırlardı.
-Gördün mü
abla? Sanal alemde ki şu kadarcık mutluluğu bile çok gördü yaradan sanki biz
onun kulu değiliz sanki biz günah işlemişiz sanki bizim şu kadarcık mutluluğa
hakkımız yokmuşçasına alıp götürdü Mahir’i hem de çarçabuk.
-Dilemma toparlanmalısın Mahir bu sözlerini duysaydı
çok üzülürdü, biliyorsun değil mi? Ben uzaklardayım neler olup bittiğini sadece
Paris’ten gelen bir telefonla öğrendim.
-Abla Allah senden razı gidip o bilgisayarı almışsın
bizim sevdamız talihsizdi fakat tertemiz saygıya layıktı eğer o bilgisayar
ortaya çıksaydı basit ve ucuz insanlara dedikodu malzemesi olacaktı. Eminim Mahir’inde
ruhu haberdar olmuştur.
-Haklısın ama bu benim başarım değil yüce yaradan
öyle olmasını istemiş olmalı ki benim aklıma getirip gidip almamı sağladı. Sen
nasılsın? Kendini bırakma bak sende gurbet ellerde yalnız yaşıyorsun.
-Abla benim artık yaşadığımın veya yaşamadığımın
hiçbir önemi yok. Mahir’den sonra ben zaten fiilen öldüm.
-Son görüştüğümüz gece çok mutluyduk. Sanki
aramızdaki bütün engeller kalkmışçasına bir başka bakıyorduk hayata aramızda ne
kilometreler nede bilgisayarın ekranı yokmuşçasına coşkuluyduk tıpkı 18
yaşındaki gençler gibiydik. O akşam son görüşmemiz olacakmış ki hayat bize
ufacık bir opsiyon tanımıştı. Mahir bir türlü ekrandan ayrılmak istemiyordu. Ertesi
gün öğlenden önce bilgisayardan değil telefonda görüştük saat 12`ye
yaklaşıyordu sanki bunun bizim son görüşmemiz olduğunu biliyormuşçasına, adeta
veda eder gibi bir hali vardı.
-Dilemma belki bir daha görüşemeyiz Allah’a emanet
ol dedi ve telefonu kapattı.
-Her zaman olduğu gibi, namazdan sonra aradım cevap
vermedi. O gün aralıksız sürekli aradım ne cep telefonu ne sabit telefonu cevap
vermiyordu. Bilgisayarı da kapalıydı, kendimce yorumlar yaparak bir anlamda
teselli oluyordum. Kesin elektrikler kesilmiştir veya bir arıza vardır diye
düşünsem de içim içimi yiyor, yerimde duramıyordum. Ayrıca o gün mevlüt
kandiliydi. Belki biraz rahatlarım düşüncesiyle bir yıl önce Mahir’in görev
yaptığı camiye gitmek istedim. Camiden içeri girdiğimde henüz kandil programı
başlamamıştı fakat hoca hazırlanmıştı.
Mikrofonu eline alarak: “Değerli Müslümanlar Kandil Programına başlamadan önce
sizlere acı bir haber vereceğimin bunun ağırlığı altında eziliyorum. Bir sene
evvel bu camide vazife yapan Mahir Hoca hakkın rahmetine kavuşmuştur. Rabbim
taksiratlarını affetsin nur içinde yatsın inşallah.”
Bu anonsu
duyduğumda sanki vucuduma tonlarca vatt elektrik verilmiş gibi kas katı
kesildim sadece “OLAMAAAZZZZZ” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Oradaki cemaatin
çoğu Mahir’i tanıyor ve onun grubundaki hacılardan oluşuyordu. Bizim ilişkimizi
bilen hacı arkadaşlardan biri koluma girerek sessizce beni camiden
uzaklaştırarak evime getirdi. Ne yapmalıydım bilmiyordum bu koskoca kainatta
tek başına kalmıştım. Her şey Mahir ile anlam kazanıyordu… Ben şimdi Ne
yapacaktım? Paris’deki teşkilattan kimseyi tanımıyordum. Camideki anons yalan
veya yanlış olabilir miydi? Beni evime getiren arkadaşın eşi Hacı Ağabey Ankara`yı
yani Mahir’in evini aradı, telefona oğlu Oğuz çıktı “Oğlum biz bir şey duyduk
ama inanamadık birde sana sorayım dedim.”
‘Evet evet maalesef doğru. Babam hakkın Rahmetine
kavuşmuş. Cenazesi yarın Türkiye’ye getirilecektir yapacak bir şey yok
dualarınızı bekliyoruz.’
Bir süre
sonra kendimle ve dayanılmaz acımla baş başa kaldım.
Kardelen;
-Evet dilemma bu acı dayanılmaz bir acı ama Rabbim
mutlaka katlanacak sabrı verecektir. Mahir benimle de son görüşmesinde garip
davranıyordu. Önce benden dua istedi bende güldüm her zaman olduğu gibi, dalga
geçtim oğlum hoca olan sensin ben sana nasıl dua edebilirim dedim.
-Olsun abla Allah katında kimin duasının makbul
olacağını biz bilemeyiz dedi.
- İyide ben sana nasıl dua edeceğim ki? Dedim.
-İçinden nasıl dua etmek geliyorsa öyle dua et.
Ben hala onu
ciddiye almıyor gibi yarı şaka yarı ciddi Allah seni dünya ve ahrette muvaffak
etsin. Öyle bir içten “ALLAH Razı olsun”
dedi ki görmeliydin sonra söz gene dolaşıp gelip sizin ilişkinize dayandı. O
zamanda:
-Abla bizim aşkımızı yazsana. Dediğinde ben gene
gülmeye başladım.
- Ne gülüyorsun abla ben ciddiyim.
-Ya Allah aşkına ne aşk yaşamışsınız ki neyi yazmamı
istiyorsun sanal alem de aşk diye ben dalga geçtim?
-Abla farkında değilsin ama ben ciddiyim bak şimdiye
kadar senden hiç bir şey istemedim hadi bana söz ver yazacaksın di mi ?
- Mahir’i ciddiye almasam da onu memnun etmek adına
‘Tamam tamam’ deyip geçiştirdim.
Dilemma;
-Abla bende senden bir şey isteyebilir miyim?
-Ne isteyeceksin ki Dilemma?
-Mahir’in bilgisayarını bana verir misin? Bende
hiçbir hatırası yok bir tane kazağı bile bende olsaydı onu koklar teselli
olurdum. Bütün hatıralarımız o bilgisayardaydı onu da sen silmişsin.
-Dilemma bilgisayarını
veremezdim hem temizledikten sonra çocuklarına gönderdim sana vermem hem doğru
olmaz hem de etik değil.
- Mahir’e ait olan her
şey çocuklarına verilmeliydi. Zaten o bilgisayarı almakla yeterince zan altında
kaldığımı düşünüyorum. O kır saçlı adam boşuna mı benimle muhalefet etti
sanıyorsun? O da benim bilgisayara el koyacağımı düşündü. Üzgünüm keşke
yapabileceğim bir şey istemiş olsaydın?
HAZİRAN
Mahir’in
ölümünün üstünden 4 ay geçmişti. Dilemma’dan bir telefon geldi hal hatır
sormanın ardından
-Abla sen hani bana demiştin ya? Keşke yapabileceğim
bir şey isteseydin?
-Evet. Dedim.
-Şimdi senden yapabileceğin bir şey istiyorum abla?
-Söyle
dilemma elbette yapabileceğim bir şeyse neden olmasın. Dilemma sana 4 ay öncede
söylediğim gibi, sen bana Mahir’den kalan bir hatırasın.
-Abla ben birkaç gün içinde Türkiye`ye geliyorum
senden isteğim beni Mahir’in mezarına götürmen bunu benim için yapar mısın?
-Elbette
yaparım Dilemma. Bu vesileyle bende kardeşimi ziyaret etmiş olurum hem de seninle
yüz yüze tanışmış oluruz.
Dilemma söylediği gibi birkaç gün sonra İstanbul`a
geldi bir gece misafirim oldu. Sanki Mahir o gün ölmüşçesine ikimizin de canı
çok yanıyordu. Birbirimizi henüz tanımıyorduk ama senelerdir tanışıyormuşuz
gibi sıcak ve samimiydi birbirimize sarıldığımızda ikimizin de kalbi aynı acı
içinde yandığını hissedebiliyorduk. Ertesi gün birlikte otobüse binerek Ankara`ya
doğru yola çıktık. Gece sabaha kadar uyuyamadık çünkü yol boyunca kısaca her
dakika her saniye Dilemma’nın dilinden düşmeyen Mahir ve Dilemma Mekke Medine
sanal alem de sanki kelime haznesinde Mahir’den başka sözcük yokmuşçasına
sadece Mahir’den söz ediyor. Telefonuna kaydettiği değişik zamanlarda çekilen
fotoğraflara bakıp ya ağlıyor ya da Mahir karşısındaymış gibi neden kendini
bırakıp gittiği için sitem ediyordu her halükarda Mahir’le kendi hikayesini
anlatan sözcükler dökülüyordu çatlamış, kurumuş, kabuk tutmuş dudaklarından dilinin
altında hiçbir engel yokmuşçasına bıkmadan, yorulmadan konuşuyordu. En ince
ayrıntıyı dahi atlamadan anlatıyordu.
Anlaşılan
oydu ki Dilemma’yı ikna edecek hiçbir teselli sözcüğü lugata girmemişti.
Konuşmalarının şuurlu ya da şuursuz olduğundan emin olmasam da dinliyordum onu
yol boyu kucağında sıkıca tuttuğu küçücük bir valizi kucağından bir türlü
bırakmıyordu. Ankara’da ne kadar kalacağımızı bilmiyordum. Dilemma ne kadar
kalmak isterse o kadar kalacaktık. Dilemma ile bu konuya dair bir şey konuşmamıştık.
O ne isterse ben ona uyma zorunluluğu hissediyordum.
Anladığım kadarıyla dilemma zamanın ötesinde
yaşıyordu. Şu haline bakılırsa Mahir’in ölümünü kabulleneceğe de benzemiyordu.
Birkaç saniye de olsa dilemmanın zihnini dağıtma amacıyla sordum :
-Dilemma o elindeki küçük valizde ne var ki öyle
sıkı sıkı tutuyorsun? Ağlamaktan kızarmış gözlerini üzerimde yoğunlaştırarak
şunları söyledi
-Ne yok ki abla? O valizde ne yok ki ? Söylenmemiş
sözler, yapılmamış eylemler, yerine getirilmemiş vaadler, içimdeki ukteler,
bitmeyen hasret daha söyleyeyim mi abla?
-Yok yok sayma anladım. Birde şey Ankara’da kaç gün
kalacağız?
-Bilmem ki abla keşke imkanın olsa da beni de
Mahirin yanına gömüpte dönsen İstanbul’a.
Ankara’ya
vardığımızda henüz öğlen olmamıştı sora sora Bağdat bulunur sözünde olduğu gibi
bizde sora sora Cemşit Köyü Mezarlığını bulduk.
Mezarlığa vardığımızda vakit öğleni geçiyordu. Dilemma
baştan aşağıya siyahlar giyinmişti. İnci tanelerini andıran gözyaşları siyah
giysilerini adeta süsler gibiydi. Mezarlığın kendine has uhrevi atmosferi
insanı nurlu bir yorgan gibi sarıp sarmalıyor, ruhumuza inanılmaz bir rahatlık
veriyordu. Mezarlar sanki rütbelerine ve ölüm sebeplerine göre tasarlanmıştı. Girdiğimiz
ilk sokağın sağında şehitlik yazıyordu. Hepsinin yeni mezarlar olduğuna
bakılırsa terör saldırılarında şehit olan asker vs. mezarlarıydı. Sokağın
solundaysa protokol yazıyordu sanıyorum burası da diyanet mensuplarına ait bir
mezarlıktı. Kısaca mezarlığı bütünüyle değerlendirecek olursak son derece
muntazam tasarlanmış hepsinin üzerinde çeşitli bitkiler birbirleriyle adeta
gülümseyen rengarenk açan çiçekler süslüyordu. Öte yandan küçük ve şirin bir
camiden etrafa yayılan Kuran`ı Kerim ve Türkçe meali ayrıca güzel bir farklılık
katıyordu atmosfere. Ben sağa sola bakınarak birilerine Mahir’in mezarını
sormaya çalışırken, Dilemma adeta eğitimli bir polis köpeklerini aratmayacak
bir şekilde alıp başını gidiyordu, beni arkada unutmuşçasına. Karşıdan gelen
görevliye Mahir’in mezarını sorduğumda ise adam dedi ki “ Abla içeri geçelim
bilgisayardan bakmamız gerekiyor.” Mezarlığın girişinde lojman tarzı bir binaya
girdik. Orada çalışan birkaç kişi daha vardı, onlar da el birliğiyle yardımcı
oldular ve Mahir’in mezarına bir harita çıkardılar. Ben çıkarken görevli
peşimden geldi. Ben size yardımcı olayım diyerek, benimle birlikte mezarlığın
içinden geçen geniş araba yolundan devam etti. Mahir’in mezarını ararken biraz
ilerlediğimizde Dilemma’yı Mahir’in mezarının bulunduğu yerde diz çökmüş hem
ağlıyor hem dua ederken durduğunu gördük. Bana yardımcı olmaya çalışan adam Dilemmayı
öyle görünce “ Abla bu bayan galiba mezarı tanıyor baksana sizin aradığınız
mezarın birkaç adım gerisinde duruyor.” Dedi. Ben sesimi çıkarmadan Dilemma’nın
yanına giderek “Gel gidelim bu adam bize yardımcı oluyor bizi Mahir’in mezarına
götürecek” dediğimde Dilemma; kimsenin yardımına ihtiyaç yok, az ilerde Mahir’in
mezarını ben gördüm baş taşında adı yazıyordu dedi. Ben iyice şaşırmıştım. Sen,
daha önce bu mezarlığa geldin mi Dilemma? Dememek için kendimi zor tutuyordum,
bizde yaklaştık birkaç adım ötede Mahir adı soyadı doğum ve ölüm tarihi yazılı
mezar taşını gördük. Görevli bizi bırakıp gitti. Mahir’in mezarı kısa zamanda
yapılmıştı ancak diyanet mi yaptırmış yoksa ailesi mi yaptırmış onu bilmiyordum.
Kim yaptırırsa yaptırsın bu mezar hiçte Mahir’in istediği gibi yapılmamıştı. Her
sohbetinde mezarların gösterişli olmasına karşı çıkıyordu ayrıca bu şekilde
yapılan mezarların ölen kişiye hiçbir faydası olmadığı gibi lüzumsuz harcama
olarak değerlendirilir ve sadece ölü sahibine psikolojik rahatlamaktan başka
hiçbir işe yaramıyor derdi. O harcamayla daha kalıcı bir hayır yapılması
yerinde bir karar olurdu ayrıca meftanın üzerine bir ton beton yığmanın da hiç şık
bir yanı yoktu.
Dilemma
mezarın üstüne kapanarak öyle yüksek sesle hıçkırıklarla ağlıyordu ki insanın
yüreği parçalanıyordu. Bir kenara çekilip içini boşaltmasını seyretsem de
sonunda dayanamayıp yanına gittim. Elimi omzuna koyarak sabırlı ol Dilemma şayet
Mahir seni görüyorsa bu kadar üzülmeni istemezdi. Bu gidişle sende hasta
olacaksın dedim. Islak gözlerini bana çevirdi, derin bir iç çekerek yüzüme baktı
“Abla neden beni anlamıyorsun? Mahir’den sonra yaşamışım ölmüşüm ne önemi var
söyler misin? Anlaşılan oydu ki hiçbir söz Dilemma’yı teselli etmeye
yetmeyecekti. Ben gene her sözü denemeye kararlıydım. “Bak Dilemma klişe bir
söz ama hayat devam ediyor. Şimdiye kadar ölen kişinin ardından kimse ölmedi,
lütfen kendine gel.” Dedim. Cevabıysa “Abla lütfen beni Mahir’le yalnız bırakır
mısın? ” Ben biraz daha kenara çekilip, herhangi bir mezarın kenarına dayanıp,
çaresizce onu bekledim. Dilemma sanki Mahir karşısındaymış gibi onunla
konuşuyor, bazen sitem ediyor, bazen sorguluyor bazen de derin bir
duygusallıkla gözyaşlarını siliyordu.
Beni gördüğünden eminim Mahir biliyor
musun gözlerimdeki damlalar içimde kuduran nehirlerin zerrecikleridir. Haince
gidişin öğretti bazı aşkların aşka ihanet olduğunu. Her ayrılık her yara da ayrı
kanarmış benim yaram, şimdi bir başka kanıyor. Derdimi kimseye anlatamıyorum
anlayan dinlemiyor, dinleyen anlamıyor. Ben hep ağlıyorum. İçimde açtığın yara
sürekli kanıyor. Soranlara gözümden akan kalbimin kanıdır diyorum. Madem
gidecektin, keşke hayatının yarım kalan romanını yazarken kalem olarak beni
kullanmasaydın.
Giderken
hiçbir şey söylemedin, zaten söyleyeceğin hiçbir söz yetmezdi gidişine. Şaka
sanmıştım gidişini oysa şaka değilmiş gidişin şimdi burada bu beton yığınının
altındasın. Baş taşında adın soyadın doğum ve ölüm tarihin yazıyor. Önce Ankara’ya
gittin geldin kalmayı beceremedin. Ardından Strazburg`u terk ederek Paris`e
gittin. Senin her gidişinde ben kahroldum. Kendime sordum; ben neyin ve kimin
mağduruyum? Cevabını bulamadım. Bu da son gidişin oldu. Sonunda adam gibi çekip
gittin. Adam gibi adamdın ayrıca beni hiç sorma, şimdi ben senin bıraktığın
yerde perişanım. Sensizlik ölümden beter. Hayattan vazgeçebilen ama ölüme de
yürümeye cesareti olmayan biriyim. Sen gittikten sonra duygularım şekil
değiştirdi. Yeniden gelsen ve bana aşkı öğretsen… Çünkü ben aşkı da sevmeyi de
senden öğrendim. Ben seninle aşka kimsenin cesaret edemediği yerden başladım. Yani
senden başladım oldu mu? Şimdi bu yaptığın çok zalimce ve haince. Var mıydı
bırakıp gitmek? Bana söylediğin sözler sıra sıra geçiyor beynimden. Bir tanesi
var ki hiç çıkmıyor aklımdan: ‘ Günü gelince herkes gibi bende gideceğim bu
dünyadan.’ derdin ve susardın. Sanki seni ödünç almıştım. Bak şu halime demek ki
beni sana getiren aşk seni benden götürdüyse, ikimizden birinde yanlışlık mı var?
Oysa her ikimiz başka şehirlerdeydik. Gene daha beraberken yaşadığımız
yalnızlık şimdi içine düştüğüm boşluktan daha kalabalıkmış meğer yokluğunla
anladım yokluğun çok zor hocam kendin gittin bari beni de götür oraya demek ki
iki aşık istemeden de olsa birbirlerine muhteşem zararlar verebiliyorlar tıpkı senin plansızca çekip gitmenin bana
verdiği zarar gibi öldüğüne hala inanmasam da bana şaka yapıyorsun gibi
hissetsem de şu an mezarının kıyısında tamda ayak ucunda oturuyorum mezar
taşındaki yazıları defalarca okudum daha önce söylediğim gibi adın soyadın
doğum ve ölüm tarihlerin yazıyor. Kalbim tıpkı yanardağlardan fışkıran lavlar
gibi yanıyor. Yalnızlık rüzgarı saçlarımı sağa sola savuruyor gökyüzünü kara
bulutlar kaplamış sanki. Benim matemime eşlik edercesine yağmur çiseliyor. Bilesin
artık ağlamıyorum. Çünkü göz duvarlarım kurudu. Sadece sana kızgınım beni
bırakıp gittiğin için. Biraz ilerde ki bir mezarın kenarına ilişip Dilemma’yı
dinlerken, endişeliydim. Çünkü Dilemma şuurlu görünmüyordu. Yanına yaklaşarak
çökmüş omuzlarına elimi koydum. Dilemma çok yorgun görünüyorsun. Kendine daha
fazla yüklenme artık. Gidelim şehir merkezinden çok uzaktayız bir an evvel
gidip temiz bir otel bulmalıyız. Ağlamaktan kızarmış gözlerini silerek mahsun
bakışlarını bana çevirdi “Haklısın abla gidelim.” Dedi oturduğu yerden zorlukla
kalkarak son bir kez Mahir’in mezarına baktı. Nurlar içinde yat sana kızgın
olsam da dualarım seninle. Belki bir gün bir başka alem de görüşmek nasip olur
bilinir mi? Bizi getiren taksi dış kapıda bekliyordu kendisinden bizi temiz bir
otele götürmesini istedik.
Gittiğimiz
otel mütevazı ve temizdi. Odamıza çıktığımızda Dilemma son derece bitkin
görünüyordu. Hava kararmış şehrin ışıkları yanmaya başlamıştı. Bazı dükkanlar, kepenklerini
kapatıyordu. Dilemma mezarlıkta söylediği gibi, artık ağlamıyordu. Hem yorgun
hem de kızgın görünüyordu. Herkese her şeye kızıyordu. En çokta kendine hayat
ne gariptir diyordu fısıltılı bir sesle. İnanmadan güldüğümüz bir şaka gibi. Sanki
yanlış adama sevdalanmış, sonra da yaradan tarafından cezalandırılmıştı.
Bakışları,duruşu,davranışı en önemlisi de haykırışları bu duyguyu
çağrıştırıyordu. Dilemma’ya göre bu aşkın karşılığı, karşılık almamak olmuştu.
İki kişilik otel odasında öyle bitkindim ki yatağa uzandığımızda, ben çoktan
uykuya dalmıştım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sabah ezanını okuyan imamın
sesiyle uyandım. Odanın içinde imamın
sesini bastıran bir ses daha vardı. Bu ses daha ziyade inilti halindeydi.
Yatağımdan doğrulup katlığım da ise söz konusu iniltinin Dilemma’dan geldiğini
fark ettim.
Kalkıp yanına gittiğimde beni fark etmedi bile hala
inliyordu. Yavaşça seslendim dilemma uyan neyin var, neden inliyorsun? Diye
sordum. Uyanıp yüzüme baktığında yine ağlamaya başladı. Bu sefer kaygılıydı,
sanki başka bir sebepten ağlıyormuş gibiydi. Neden ağladığını sorduğumda sol
göğsünü gösterdi. Bir şey anlamasam da bir açıklama bekliyordum.
-Dilemma artık toparlanmalısın.
-Abla, ben bu gece hiç uyumadım senide uyandırmak istemedim
ama canım çok yanıyor.
-Dilemma daha açık konuşsana neden uyumadın hasta
mısın?
-Pek emin değilim abla, sol göğsümde kocaman bir kitle
var. Ve çok ağrı yapıyor. Dedi.
Elimle
dokunduğumda evet bir patates büyüklüğünde bir kütleydi.
-
Hemen telaşa kapılma zararlı kitleler
ağrı yapmazmış derler. Kalk hemen toparlan gidelim İstanbul`a ama önce bir
kahvaltı yapalım. Dünden beri bir şey yemedik İstanbul’da seni bir doktora
gösterelim. İnşallah ciddi bir şey yoktur.
Dilemma yeniden yağmurda ıslanmış kedi
yavrusunu andıran bakışlarını üzerimde yoğunlaştırdı
-Gene ne var Dilemma?
Dediğimde ise:
-Abla bir kez daha
mezarlığa gidelim mi? Belki bir daha gelmek kısmet olmaz.
Benim cevabım kesindi:
- Hayır Dilemma hemen toparlanıp gidiyoruz. Bir
değil bin kez dahi gitsen faydasız. Mahir geri gelmez. Hadi sana ne diyorsam
onu yap toparlan. Aşağıya inelim önce kahvaltı ardından otogara gidiyoruz bir
an evvel seni doktora göstermemiz lazım.
Dilemma
direnmenin nafile olacağını anlamış olmalın ki toparlanıp aşağıya indik. Alel acele
bir şeyler atıştırıp resepsiyona bir taksi çağırmasını istedik. Çok geçmeden
taksi geldi otogara. Oradan da İstanbul`a geldik. İlk işimiz Dilemma’yı tam
teşekküllü bir hastaneye götürerek muayene ettirmekti. Doktorlar bir takım
tahliller yapılması gerektiğini söylediler. Ancak bu tahliller neticesinde bu
kütlenin ne anlama geldiğini söyleyebileceklermiş. Neticeyi öğrenmek için
birkaç gün beklememiz gerektiğini söylediler. Söylendiği tarihte gittiğimizde
ise, aldığımız haber hiç iç açıcı değildi. Dilemma meme kanserine yakalanmıştı.
Fakat bu haberin bir iyi bir de kötü yanı vardı. İyi yanı erken teşhis
konulmasıydı. Henüz dört aylık bir zaman diliminde oluşmuştu. Kötü yanı ise
hızlı yayılan türden oluşuydu. Ertesi
gün Dilemma apar topar Strazburg’a gitti. Bir süre telefon görüşmelerimiz devam
etse de benim için yeterli değildi. İstediğim zaman Dilemma’dan haber almak
istiyordum. O kendini iyi hissettiği zaman beni arayabiliyordu. Dilemma
kemoterapiye başlamış, memesinin biri alınmıştı. Aklım hep Dilemma’daydı.
Dediğim gibi bizi birbirimize bağlayan şey Mahir’in hatırasıydı. Görünen oydu
ki ne kanser ne de başka bir şey Dilemma’ya Mahir’i unutturmayacaktı. O her
aradığında, ben onun hastalığını merak ederken o sürekli Mahir’den söz ediyor,
gözyaşları Mahir için akıyordu.
Mahir
ölümünün üzerinden dört yıl geçmişti. Dilemma ise zor bir dönem geçiriyordu.
Memesinin alınmasının ardından, karaciğerinin yarısı bir süre sonra da
omurilikten çeşitli ameliyatlar olmuş, tedavisi hala devam ediyordu. Artık
eskisi gibi beni de aramıyordu. Cennet adında manevi bir kızı vardı. Çok merak
ettiğimde Cennet’ten haberini alıyordum. Son zamanlarda Cennet’te iç açıcı
haberler vermemeye başladı.
Bir hafta
sonu erkenden, telefonum ciyak ciyak çalıyordu. Baktığımda arayan Cennet’ten
başkası değildi. Cennet’in telefonunu dört gözle beklediğim halde, bu telefonu
açmak bir türlü içimden gelmiyordu. Israrla çalan telefonu, çaresiz açtım.
Cennet
hıçkırıklarla ağlıyordu. Maalesef ikinci bir acı haber de Strazburg’dan geldi.
Dilemma da hakkın rahmetine kavuşmuştu.
Kanser o
kadar sıkıntılı, ızdıraplı bir hastalık ki o hastalığı çeken birini
kaybettiğinizde öldüğünden çok, çektiği acıya üzülüyorsunuz. Dilemma’nın
Mahir’in ölümünden sonra dört yıl boyunca çektiği bu acıya üzüldüm. Allah
rahmetini ikisinden de esirgemesin.
gulserengunana@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)